Yirmi Beşinci Bölüm: İSLÂM’A DAVETİN GERÇEK NİTELİĞİ
25.1. TEVHİD İÇİN VERİLEN EMİR VE ŞİRK’İN REDDİ
25.1.1. Tevhid İle İlgili Açık Seçik Talimat
25.1.2. Tevhid Lehine Deliller
25.1.2.1. Bütün Peygamberler, Kavimlerine Tevhid Fikrini Aşıladılar
25.1.2.2. Müşriklerin Vicdanının Sesi
25.1.2.3. Kâinat Nizamıyla İlgili Delil
25.1.2.4. Şirk’in Reddine Dair Deliller
25.1.2.5. Tevhid’in Vecibeleri
25.1.3. Kureyşlilerin Muhalefetinin En Büyük ve En Temel Sebebi
25.1.4. Kureyşlilerin Kuşkularını Ortadan Kaldırmak Amacıyla Kur’ân-ı Kerim’in Verdiği Cevaplar
25.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBERLİĞİNE İNANMAYA DAVET
25.2.1. Dünyanın Kuruluşu Sırasında Peygamberlerin Meb’us Edilişi
25.2.2. Peygamberlere İman Etmenin, Servet ve Refah İle İlgisi
25.2.3. Her Millete Peygamberler Geldi ve Hepsinin Dâveti Aynıydı
25.2.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliği (Risâleti)
25.2.5. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Gayesi
25.2.6. Hak Dinini Diğer Bütün Nizamlara Galip Kılmak
25.2.7. Hz. Muhammed’e İmân ve İtaat Etmek İçin Verilen İlâhî Emir
25.2.9. Din Konusunda Uzlaşma Olmaz
25.2.10. Kureyşli Ve Arap Müşriklerin Tepkisi
25.2.10.1. İtirazlar, İthamlar ve Garip İstekler
25.2.10.2. Hz. Muhammed (a.s.)’in İnsan Oluşuna İtirazlar
25.2.10.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamber Olarak Seçilmesine İtirazlar
25.2.10. 5. “Hz. Muhammed (a.s.)’in Davası Haklı Olsaydı Önemli Şahıslar Onu Kabul Ederdi” İddiası
25.2.10.6. Rasûlullah (a.s.)’ın Kendi İktidarı Peşinde Olduğuna Dair İddia
25.2.10.7. Hz. Muhammed (a.s.)’in Kâhin Olduğu veya Kendisine Şeytanların Geldiğine Dair İddialar
25.2.10.8. Bazı Kimselerin Hz. Peygamber (a.s.)’e Bazı Şeyler Öğrettikleri Yolundaki Suçlama
25.2.10.9. Rasûlullah (a.s.)’a Vahiylerin Gelmesiyle İlgili Apaçık Bir Delil
25.2.10.10. Rasûlullah (a.s.)’ın (Hâşâ) Mecnûn Olduğuna Dair İddia
25.2.10.11. Rasûlullah (a.s.)’ın Şair Olduğuna Dair Suçlamalar
25.2.10.12. Muhaliflerin İthamlarındaki Tezâd ve Kur’ân-ı Kerîm’in Buna İşareti
25.2.10.13. Çeşit Çeşit Mu’cizeler Gösterilmesi İçin İleri Sürülen İstekler
25.2.11. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Kesin İsbatı
25.3. İLAHÎ KELÂM OLAN KUR’AN’A ÎMAN ETME DAVETİ
25.3.1. Kur’ân-ı Kerîm, Kelimesi Kelimesine Hz. Muhammed (a.s.)’e Vahyolunan Allah Kelâmıdır
25.3.2. Rasûlullah (a.s.) Kur’ân’a İtaat Etmeye Mecbur Edilmişti
25.3.3. Kur’ân-ı Kerîm Her Bakımdan Emin, Güvenilir ve Kesindir
25.3.4. Kur’ân-ı İnkâr Etmek Küfürdür
25.3.6. Kâfirlerin Bütün Semavi Kitapları İnkâr Etmeleri
25.3.7. Kur’ân-ı Kerîm’i Hz. Muhammed (a.s.)’in Yazmış Olduğuna Dair İtirazlar
25.3.8. Kur’ân’ın Tümünün Niçin Bir Anda İndirilmediğine İlişkin İtiraz
25.3.9. Başkalarının Kur’ân-ı Yazarak Hz. Muhammed (a.s.)’e Verdikleri Yolundaki İddialar
25.3.10. Kâfirlerin İnatçılığının Başka Bir Örneği
25.3.11. Kur’ân-ı Kerîm’in Dâvetini Durdurmak Gayesiyle Kâfirlerin Oynadıkları Çirkin Oyunlar
.
Yirmi Beşinci Bölüm: İSLÂM’A DAVETİN GERÇEK NİTELİĞİ
Biz artık bahsimizin ikinci safhasına geçebiliriz. Bundan önceki bölümde Hz. Peygamber (a.s.)’e ve Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla taraftarlarına, İslâmî davet için ne gibi talimat verildiğini görmüştük. Bu talimat, Hz. Peygamber (a.s.) ve taraftarlarının, Cahiliyye’nin temsilcileri ve koruyucularının şiddetli muhalefetine ahlâk’ın etkin silahlarıyla karşı koymaları, kalpleri, hikmet, yüksek ahlâk, fazilet, haysiyet ve sabırla fethetmeleri, inatçılık, taassup ve zıtlaşma gibi engelleri makul ve mantıklı delillerle yıkıp Hakk’a davet yolunu temiz ve emin tutmaları ve insan topluluğundan Hakk’a gerçekten talip olan samimi, fedakâr ve cefakâr kişileri seçmeleri gibi hükümlerden ibaretti.
Bundan sonra biz Hz. Nebî-yi Kerîm’in İslâmî davetinin gerçek niteliğinin ne olduğunu araştıracağız. Bu ilâhî davetin belirgin vasıfları nelerdi? İlk önce Kureyş ve daha sonra bütün Arap’ların bu davete karşı çıkmalarının altında yatan sebepler nelerdi? Ve en nihayet, müslümanların bütün muhalifleri ve düşmanları yenip tarihle eşi görülmemiş bir başarı kazanmalarını mümkün kılan kuvvet ve kudret ne idi? Bütün bu sorulara bu bölümde cevap vermeye çalışacağız.
Bu mevzuyu etraflıca bir şekilde ele alacağımız için bölümümüzü şu yedi başlık altında inceleyeceğiz.
1. Tevhid için Verilen Emir ve Şirk’in Reddi
2. Hz. Muhammed (a.s.)’in Risâletine Davet
3. İlâhi Kelâm Olan Kur’ân’a Davet
4. Âhirete İman Etmeye Davet
5. Ahlâk ve Faziletle İlgili Hükümler
6. Evrensel İslâm Ümmetinin Kuruluşu
7. Peygamber ile Peygamber Olmayan’ın Davet Metodu Arasındaki fark
25.1. TEVHİD İÇİN VERİLEN EMİR VE ŞİRK’İN REDDİ
İslâmî davetin en önemli ve temel maddesi Tevhid’in isbatı ve Şirk’in reddiydi. Gerçi Rasûlullah (a.s.), nübüvvetten önce Tevhid’i kabul ediyor, Şirk’i de reddediyordu ve gerek kendisinden önce yaşamış gerekse çağdaşı olan bazı Arap’lar da tek Allah’a inanıyorlardı. Fakat bu meselenin teorik ve pratik yanları unutulmamalıdır. Şöyle ki, Tevhid’i kabul ve Şirk’i reddeden, ya da bu inancım bazen dile getiren bir kişi ile, Tevhid’i bütün kalbiyle kabul ederek insanları bu inanca davet eden ve Şirk’ten kaçınmaları için çaba harcayan bir kişi arasında çok büyük bir fark vardır. Tevhîd ve Şirk konusunda salt inanç ile pratik çalışmalar arasındaki fark, bu husustaki tebliğin büyüklüğü ve niteliği açısından daha da büyümüş oluyor. Yani, Tevhid’i yaymaya kalkışan bir kişi çok kuvvetli ve inandırıcı delillerle Şirk’in her yanını çürütür ve gayet özlü bir şekilde sadece Allah’ın tek oluşunu değil, tek oluşunun anlam ve kavramını ve bu inanca duyulan ihtiyaçları kuvvetli bir şekilde anlatmaya çalışırsa, bu gerçekten büyük takdir ve methe lâyık bir çaba ve uğraştır.
İşte Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in peygamberlik makamına getirildikten sonra yaptığı iş buydu. Bu husustaki çalışmaları ilk kez kendisini kâfirlerle karşı karşıya getirdi. Zira, Hz. Peygamber (a.s.)’in Tevhîd ile ilgili davetinin her yanı kâfirlerin akîde ve inançlarıyla ve yüzyıllardan beri yerleşmiş olan kavramlarıyla çatışıyordu.
25.1.1. Tevhid İle İlgili Açık Seçik Talimat
Arabistan’ın müşrik toplumunda asıl mesele Allah’ın varlığının değil, O’nun tek oluşunun kabulüydü. Müşrikler Allah’ın var olduğunu inkâr etmiyorlardı. Müşrikler Allah’ı hem kendilerinin hem de bütün kâinatın yaratıcısı olarak kabul ediyorlardı. O’nun Rab ve İlâh olduğunu da inkâr etmiyorlardı. Ayrıca, O’na ibadet etmekten de kaçınmıyorlardı. Fakat, asıl sapıklıkları O’nun tek veya çok oluşuyla ilgiliydi. Ulûhiyet (ilâhlık) ve rubûbiyet (Rablik)’in sadece Allahu Teâlâ’ya mahsus olmadığını sanıyorlardı. Aksine Allah’a çeşitli ortaklar koşuyorlardı. Bu itibarla, Allah’a ibadet ederken bu ortak ve tanrılara da ibadet etmeyi ihmal etmiyorlardı. Bu husustaki düşünce ve inançları çok katıydı.
“Onu anlamamaları için kalpleri üzerine örtü koyar ve kulaklarına ağırlık veririz.” “Kur’ân’da tek olarak Rabbini andığın vakit senden nefretle arkalarına dönüp giderler.” (İsrâ; 46)
Yani Hz. Peygamber (a.s.)’in, Allah’ın tek olduğunu ve herkesin Rabbi olduğunu söylemesi onların gücüne gidiyordu. Kendi elleriyle yaptıkları “ilâhlar”dan söz edilmemesi onları kızdırıyordu. Sadece Allah adının hatırlanması onları tatmin etmiyordu. Allah’a ortak koşulmaması hoşlarına gitmiyordu. Gâib’in ilminin Allah’tan geldiğini, bütün kuvvet ve kudretin bütün Selahiyet ve tasarrufun Allah’a ait olduğunu kabul etmeye razı değillerdi. Zira kendi İlâhlarının da faydalı olduğunu düşünüyorlardı. Evlâdlarının olması, hastalıklarının iyileşmesi, ticaretlerinin gelişmesi ve diğer dünyevi refah ve mutluluklarının sağlanması için yalvardıkları tanrı ve tanrıçaların hiçbir şeye yaramadıklarını kabul etmeye hazır değillerdi.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir başka yerinde, müşriklerin Tevhid’den kaçışları ve Şirk bataklığına batmaları hakkında şöyle denilmiştir:
“Allah, bir olarak zikredildiğinde âhirete iman etmeyenlerin kalpleri burkulur. Fakat Allah’tan başka ma’budları zikredilirse o zaman yüzleri güler.” (Zümer; 46)
Bu, dünyadaki bütün müşrik milletlerin müşterek özelliğidir. Müşrikler ağızlarıyla başka bir şey söylüyor ve yüreklerinde başka bir inanç taşıyorlar. Ağızlarıyla belki de “biz Allah’a inanıyoruz” diyorlar ama, Allah’ın tek oluşundan söz edilince yüzlerinin rengi hemen değişiveriyor. Allah’ın tek oluşundan söz eden, ilâh, ilâhe ve benzeri şeylere inanmayan şahıslara kin besliyorlar. Ama, ne zaman ki ma’bud ve ma’bûdelerinden bahsediliyor, o zaman yüzleri gülmeye başlıyor. Bu tutum ve davranışları gerçekten neye inanıp inanmadıklarını açıkça ortaya koyuyor:
“Çünkü onlara, ‘Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur’ denildiğinde, kibirlenip büyüklük taslarlardı. Ve ‘Biz, ilâhlarımızı divâne bir şair için hiç bırakır mıyız?’ derlerdi.” (Sâffât; 35-36)
Onların Rasûlullah (a.s.)’a yaptıkları en büyük itiraz şuydu:
“Bunca ilâhı bir tek ilâh mı yapmak istiyor? Bu cidden çok acayip bir şeydir.” (Sâd; 5)
Böyle bir toplumdan ve bu gibi fikir ve akideler taşıyan İnsanlar arasından çıkan Rasûlullah (a.s.), bütün gücüyle ve sürekli olarak Allah’ın ilâh ve Rab olduğunu ve başka hiçbir kimsenin O’nunla ortak olamayacağını dile getirdi.
“Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Tâhâ; 98)
“Doğrusu, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir. Onları yaratandır.” (Enbiyâ; 56)
“İlâhınız birdir. Göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir O. Ve doğruların da Rabbidir.” (Sâffât; 4-5)
Yani, kâinatın sahibi ve hâkimi (Rab) aynı zamanda insanların tanrısı (ilâh ve mabûdu)dır ve tapılmaya değer ancak O olabilir. İnsanlar dahil bütün kâinatın yaratıcısı, sahibi ve hâkimi başka, ibadete lâyık varlık ise bir başkası olamaz.
“(Habibim) De ki, ‘Ben yalnız inzar ediciyim. Bir ve Kahhâr olan Allah’tan başka ilâh yoktur. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbi, Galib, Kâdir ve çok bağışlayıcı (olan Allah)’dır. De ki, ‘Bu ‘(kıyamet) pek büyük bir haberdir. Siz ondan yüz çevirdiniz.” (Sâd; 65-68)
“Allah: ‘İki İlâh edinmeyin. Muhakkak O, bir tek İlâh’tır. Bunun için yalnız benden korkun’ dedi.” (Nahl; 51) “Gökte de ilâh O’dur. Yerde de ilâh O’dur. O Hakim ve Alim’dir.” (Zuhruf; 84)
“Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm yalnız O’nundur. Ve siz, O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas; 88)
Müşrikler, Hz. Muhammed (a.s.)’e soruyorlardı; “inanmamızı ve tanımamızı istediğin Rabbin hakkında daha ayrıntılı bir açıklama yapar mısın? O neyin nesidir? Nasıldır, ne ile yapılmıştır? O, dünyanın mirasını kimden almıştır ve O bu mirası sonra kime devredecektir?” Bu soruların cevabı Kur’an-ı Kerim tarafından son derece açık seçik ve etkileyici bir biçimde verilmiştir. Bu cevapla, Tevhîd fikri, Şirk’i silip atmıştır. Tevhîd şu aşağıdaki sûrede yalnızca dört sade cümle ile öylesine güzel ve etkileyici bir biçimde izah edilmiştir ki, bunu dinleyip de etkilenmeyen veya aklında muhafaza edemeyen çok az kişi bulunabilir:
“De ki: ‘O Allah birdir. Allah Sameddir. O doğurmadı, doğrulmadı da. Hiçbir şey O’na denk olmamıştır.'” (İhlâs; 14)
Bu sûrenin ilk ayetinin açıklaması şöyledir: “Hakkında soru sorduğunuz ve benim tek Rabbim olarak tanıdığım ve sizin de tanımanızı istediğim Allah, yeni, tuhaf ve yapmacık bir Rab değildir. Bu Rab, kendi dilinizde Allah dediğinizden başka birisi değildir. İşte bu Allah’ın evine “Beytullah” diyorsunuz. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye ve Kâ’be’ye saldırdığı zaman, yani bundan sadece 40-42 yıl önce ağlayarak dua ettiğiniz ve yalvardığınız Allah işte buydu. O zaman siz bütün ilâhlarınızı unutmuş ve sadece bu Allah’ın sizi koruması için dua etmiştiniz. Siz kendiniz, gerek sizin, gerekse gök, yer ve bütün kainatın yaratanı olarak bu Allah’ı tanıyorsunuz.”
Bundan sonra, Allah’ın bir olduğu vurgulanmıştır. Dikkat edilirse “bir” kelimesi Arapçada hem “Vâhid” hem de “ahad” ile ifade edilebilir. Fakat burada “ahad” kelimesi kullanılmıştır. Hz. Peygamber (a.s.)’in yaşadığı çağda her Arap bu kelimenin niçin kullanıldığım ve ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu, “vâhid” kelimesi, kendine has ne kadar özellikleri olursa olsun, kendi türünden bir şey veya kişi için kullanılan kelimedir. Meselâ, bir ev, bir kişi, bir aile, bir millet, bir ülke veya bir dünya. Bunlar aynı tür, sınıf veya grubun birer temsilcileridir. Fakat, “ahad” bir şey ve kişinin “bir olduğunu belirten olağanüstü bir kelimedir. Bir şey veya kişinin bir oluşunu belirtmek amacıyla “vâhid” yerine “ahad” kelimesinin kullanılması İhlâs sûresinin inişine kadar ne görülmüştü ne de duyulmuştu.[1] Bu sebeple, Allah için “ahad” kelimesinin kullanılması O’nun bir ve eşsiz oluşunun en büyük deliliydi. Allah, tanrıların türünden veya hemcinslerinden biri değildi. Aksine, her bakımdan bir ve tek olup, tanrılığı da tartışılmazdı. Allah, vücûdu ve varlığı bakımından yegâne ve eşsizdi. O, “cüzlerden müteşekkil bir “kül” değildi. O ne tahlil edilebilir ne de bölünebilirdi. Hiçbir şekli ve görüntüsü yoktu. Organları veya parçalan yoktu. Ne O’ndan bir şey çıkmış ne de O’na bir şey eklenmişti. O’nun ne bir cephesi ne de semti vardı. İçinde herhangi bir evrim veya devrimin meydana gelmesi söz konusu değildi. O, her tür ve çeşit çoğunluğundan uzak ve arınmıştı. Her bakımdan temiz ve duruydu. Kısacası, her bakımdan bir idi. Vücûdu, varlığı, kişiliği, özellikleri, yetkileri ve haklarında kimse O’na ortak olamazdı. Kâinatta var olanlardan hiçbir şey O’na benzemediği gibi O’nunla eşdeğer de değildi.
Daha sonra, Allah’ın “samed” olduğu anlatıldı. “Samed” kelimesi Arapçada geniş bir şekilde kullanılıyordu ve her Arap bunun anlamını biliyordu. “Samed”, hiçbir kimseye muhtaç olmayan ve herkesin ihtiyaçları için başvurduğu kişiye deniliyordu. Ayrıca, herkesten üstün olan kişiye deniliyordu. Herkesin itaat ettiği ve kendisine danışılmadan herhangi bir iş yapılmayan veya karar alınmayan kişi sameddi. Hiçbir zaafı olmayan, ayıpsız ve temiz olan kişiye “samed” adı veriliyordu. Hiçbir âfete uğramayan, istediği kararı alan ve aldığı kararı kimsenin gözden geçirecek yetkiye sahip olmadığı kişi “samed”di. Bir samed, liderlik ve önderlik konusunda mükemmel sıfatlara sahip olacaktı. Ayrıca bu kelime, zayıf, yumuşak, eksik veya boş olmayan sağlam ve somut şey için de kullanılıyordu. İçine herhangi bir şeyin girmediği ve içinden herhangi bir şeyin doğmadığı, daima ayakta ve yükseklerde bulunan bir şeye de “samed” deniliyordu. Fakat dikkat edeceğiniz gibi, Cenâb-ı Allah için sadece “samed” değil “es-Samed” kelimesi kullanıldı. Demek ki, bazı İnsanlar, canlılar ve eşyalar bazı açılardan “samed” olabilirlerdi, ama her açıdan “samed” olan ancak Allah idi.
Daha sonraki ayette ne Allah’ın bir evlâdı olduğu, ne de kendisinin, başkalarının evlâdı olduğu belirtildi. Bu ayet, müşrikler arasında, tanrıların da varlıkların bir türü ve cinsi olduğu ve onların da üreme ve üretme sürecinden geçtikleri yolundaki yaygın inançlarını temelden sildi. Bu inanç ve kavrama ağır bir darbe indirilerek, Tek Allah’ın her zaman var olduğu ve var olacağı, ne kendisinden önce ne de kendisinden sonra başka bir tanrı olmadığı, O’nun kimseyi doğurmadığı, kendisinin de kimseden doğmadığı kesin bir şekilde açıklandı.
En son, O’nun herhangi bir eşi olmadığı ifade edildi. Bu kelime, benzeri, eşi, eşdeğeri ve eşiti anlamındadır. Dolayısıyla, Allah’ın eşsiz olduğu belirtilerek bütün kâinatta Allah’ın seviyesine yükselebilecek, O’nun gibi ve O’nun özelliklerini taşıyabilecek, O’nun hak ve yetkilerine sahip olacak başka birinin bulunmadığı ifade edildi.
25.1.2. Tevhid Lehine Deliller
Rasûlullah (a.s.) müşrik topluma sadece Tevhid fikrini sunmakla kalmadı, bu fikir ve mefhumun lehine çok kuvvetli ve inkâr edilmez deliller de sundu. Bu delilleri şöyle sıralayabiliriz:
25.1.2.1. Bütün Peygamberler, Kavimlerine Tevhid Fikrini Aşıladılar
Hz. Peygamber (a.s.)’in ileri sürdüğü delillerin en kuvvetlisi, kendisinden önce dünyaya gelen bütün peygamberlerin halka Tevhid’i öğrettiği ve onları Şirk’ten menettiği idi. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta peygamberlerin genel tutumuna şöyle değinildi.
“And olsun, biz her ümmete: ‘Allah’a ibadet edin ve Tâğûta[2] tapmaktan sakının’ diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl; 36)
“Biz, senden evvel bir peygamber göndermedik ki, ona şöyle vahiy etmiş olmayalım: Benden başka ilâh yoktur. Bana ibadet ediniz.” (Enbiya; 25)
“Halbuki, onlar ancak Allah’a, O’nun dininde ihlâs sahipleri ve muvahhitler olarak, ibadet etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri ile emrolunmuşlardı, işte doğru din budur.” (Beyyine; 5)
Bundan sonra, bütün peygamberlerin kendi kavimlerine aynı talimatta bulundukları anlatılmış ve tek tek örnekler verilmiştir. (Meselâ, Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih ve Hz. Şuayb (a.s.) hepsi kendi kavimlerine şöyle diyorlardı: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.” (A’râf; 59-65, 73, 85, Hûd; 50, 61, 84, Müminûn; 23, 32). Hz. Yakûb (a.s.) ölmeden önce evlâtlarına, “benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” diye sorunca, evlâtları da şu cevabı veriyordu: “Senin Rabbine, babaların İbrahim, İsmail ve İshâk’ın Rabbine, bir ilâh olarak ibadet ederiz. Biz O’na teslim olmuşuz.” (Bakara; 133)
Hz. Yusuf (a.s.) zindandaki arkadaşlarına şöyle sesleniyor:
“Ey zindan arkadaşlarım, darmadağın ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa bir ve kahhar olan Allah mı hayırlıdır? Sizin, Allah’tan başka taptıklarınız, kendinizin ve babalarınızın takmış olduğunuz isimlerden başkası değildir. Allah onlar hakkında bir hüccet indirmemiştir. Hüküm, yalnız Allah’a mahsustur. Size, kendisinden gayrısına ibadet etmemenizi emretmiştir. Doğru olan din budur. Lâkin insanların çoğu bilmez.” (Yusuf; 39-40)
Hz. Musa (a.s.)’ya inen ilk vahiy şuydu:
“Ben o Allah’ım ki, benden başka ilâh yoktur. Bana ibadet et. Ve beni anmak için namaz kıl.” (Tâhâ; 14)
Daha sonra İsrailoğulları cehalete ve dalâlete düşünce Hz. Musa (a.s.) kendilerine çok kızdı ve yaptıkları putu yakıp yıktı ve şöyle dedi:
“Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Tâhâ; 98)
Hz. Îsa (a.s.) ise İsrailoğullarını sürekli olarak uyardı:
“Şüphesiz Allah, benim de sizin de Rabbinizdir. O’na ibadet edin, doğru yol budur.” (Zuhruf 64)
“Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Allah’a şirk koşan kimseye, Allah cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. Zalimlere yardımcı yoktur.” (Maide; 72)
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim (a.s.) ile ilgili anlatılan kıssa, tevhid konusunda genellikle Arap ve özellikle de Kureyşli müşriklere sunulan en büyük delildi. Zira, sadece Kureyşliler değil, bütün Arap’lar, Hz. İbrahim’i ataları ve dini önderleri olarak kabul ediyorlardı. Kendi dinî inançlarının Hz. İbrahim’e ait olduğunu söylüyorlardı. Hele Kureyşliler bütün itibar ve şereflerini Hz. İbrahim’e ve O’nun inşa ettiği Kâ’be’ye borçluydular. Kur’ân-ı Kerîm’de, Nemrud’un saltanatı (Irak)ndan, Arap’ların ataları ve dinî önderleri Hz. İbrahim’in şirki kabul etmemesi üzerine hicret ettiği ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Hz. İbrahim o zamanki Nemrud saltanatında (Irak’ta) yaygın olan şirk ve putperestliği reddederek sesini “tevhid” için yükseltti. Allah’ın tek olduğunu haykırdı. Putları kınadı ve parçaladı ve bunun cezası olarak ateşle dolu bir çukura atıldı. Fakat Cenâb-ı Allah O’nu bu ateşten kurtardı. Ülkede fısk-u fücür had safhaya varınca da Ken’an ülkesine hicret etti ve daha sonra Mekke’ye giderek Allah’ın evi olan Kâ’be’yi inşa etti, ki burada Allah’tan başka biri için ibadet yapılmasın. Hz. İbrahim Allah’ın evini yaptıktan sonra burada ibadetlerini yaptı ve evlâtları ile kavminin kötü yola sapmaması için Allah’a dua etti. Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay nerede anlatılmışsa orada çok güçlü etkileyici bir üslûp ve dil kullanılmıştır. Bir de bu ayetleri okurken, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın mübarek tavır ve konuşma tarzını kafalarımızda canlandırmalıyız. Bu güzel ibarelerin Hz. Peygamber (a.s.)’in çekici anlatımıyla birleşerek müşrikleri ve özellikle Kureyşlileri nasıl etkilediğini tahmin edebiliriz. Biz burada bunun bazı örneklerini vermeye çalışacağız:
“İbrahim, babası Âzer’e, ‘putları tanrı mı ediniyorsun? Ben, seni ve kavmimi apaçık bir sapıklıkta görüyorum’ demişti… İbrahim, ‘ey kavmim, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana, hakka yakın ve batıldan uzak olarak yönelttim. Ve ben, müşriklerden değilim’ dedi. Kavmi O’na hüccet getirmeye kalktı (mücadeleye girişti), İbrahim; ‘Benimle, Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O, Beni doğru yola iletmiştir. O’na eş tanıdığımız şeylerden korkmam. Rabbimin istediği şeyden başkası olmaz. Rabbim her şeyi ilmi ile ihata etmiştir. Bunu düşünüp öğüt almaz mısınız? Sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarız? Halbuki siz elinizde delil ve burhan olmadığı halde Allah’a şirk koşmaktan korkmuyorsunuz. İki zümreden, emin olmağa daha haklı olan hangimizdir? Eğer biliyorsanız söyleyiniz.” (En’am; 74,78-81)
“Kitap’ta İbrahim’i de zikret. O sıdkı bütün bir peygamberdir. Bir vakit babasına: ‘Ey babam, niçin işitmez, görmez ve senden bir belâyı uzaklaştırmaya gücü yetmez şeylere tapıyorsun? Ey babam, bana sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde, bana uy ki, seni doğru yola hidâyet edeyim. Ey babam, şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman’a âsi olmuştur. Ey babam, korkarım ki, Rahman tarafından sana bir azab gelir de, şeytana dost olmuş olursun dediğinde, babası: ‘Ey İbrahim, sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer, bundan vaz geçmezsen seni taşa tutarım. Uzun bir müddet yanımdan defolup git,’ dedi. İbrahim, ‘Allah’ın selâmeti senin üzerine olsun. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü, O bana duamın kabulünü va’detmiştir,’ sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan ayrılıyorum. Ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, O’na dua sayesinde bedbaht olmam,’ dedi.” (Meryem; 42-48)
“İbrahim’in babası için istiğfarı, O’na va’d eylediği bir va’ddan dolayı idi. Babasının, Allah’ın düşmanı olduğu, kendisine besbelli olunca ondan uzaklaştı.” (Tevbe; 114)
“And olsun biz, daha evvel İbrahim’e rüşdünü verdik. Ve biz O’nu bilenlerdendik. O zaman babasına ve kavmine, ‘Sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?’ dedi. Bunun üzerine onlar, ‘babalarımızı bunlara ibadet eder bulduk?’ dediler. İbrahim, ‘Yemin olsun, siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Onlar: ‘Sen bize, doğruyu mu söylüyorsun? Yoksa lâtife mi ediyorsun?’ dediler. İbrahim, ‘Doğrusu, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları yaratandır. Ben size karşı buna şâhidim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra putlarınızı parçalayacağım’ dedi. Nihayet o putları paramparça etti, kendisine müracaat ederler diye yalnız büyüklerini bıraktı. Onlar, ‘Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zalimlerden biridir’ dediler. Bazıları, ‘İbrahim denilen bir gencin bunları kötülediğini işittik’ dediler. Öyleyse O’nu herkesin önüne getirin ki, belki (yaptığı işe) şâhidlik ederler. Ey İbrahim, ilâhlarımıza bu işi sen mi yaptın?’ dediler. İbrahim, ‘Belki bunu büyükleri yapmıştır. Eğer konuşurlarsa onlara sorun’ dedi. Bunun üzerine vicdanlarına dönüp kendi kendilerine, ‘şüphesiz zalimler sizsiniz’ dediler. Sonra yine (eski) kafalarına döndüler. ‘Andolsun ki bunların söz söylemeyeceğini sen de bilirsin dediler. İbrahim, ‘O halde, Allah’tan başka size bir fayda ve zararı olmayan şeylere ibadet mi edeceksiniz? Size ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylere yuh olsun. Aklınız yok mu?’ dedi. Onlar, ‘Eğer bir iş yapacaksanız O’nu (İbrahim) ateşte yakın. Ve tanrılarınıza yardım edin dediler. Biz de: ‘Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol’ dedik. Onlar İbrahim’e tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları daha fazla zarara uğrayanlardan kıldık.” (Enbiya; 51-70)
“Onlara İbrahim’in haberini de oku. Hani o, babasına ve kavmine, ‘Neye tapıyorsunuz?’ dediğinde. Onlar da, ‘putlara tapıyoruz, onlara devamlı ibadet ediyoruz’ dediler. İbrahim, ‘çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Size bir fayda veya zararları oluyor mu’ dedi. Onlar, ‘Hayır, biz babalarımızı böyle yapar bulduk’ dediler. İbrahim, ‘Şimdi taptıklarınızı gördünüz mü? Siz ve sizden evvelki babalarınızın (taptıklarını)… Muhakkak onlar benim düşmanlarımdır. Ancak âlemlerin Rabbi müstesna. O böyle değil. O beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni yediren ve içiren O’dur. Hastalandığımda bana şifa veren O’dur. Beni öldürüp tekrar diriltecek O’dur. Ceza günü günahlarımı mağfiret etmesini umduğum da O’dur.” (Şuara; 69-82)
“İbrahim’i de hatırla. Hani bir zaman O kavmine, ‘Allah’a ibadet edin; ve O’ndan korkun. Bu, sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz’ demişti. ‘Siz Allah’ı bırakıp putlara tapıyor ve yalan uyduruyorsunuz. Allah’tan başka taptıklarınız size rızık vermeye kadir değildir. Öyleyse, rızkı Allah’tan isteyiniz. O’na ibadet edin ve şükreyleyin. Hep O’na döndürüleceksiniz.” (Ankebut; 16-17)
“Kavminin cevabı şu olmuştur: ‘O’nu öldürün veyahut yakın’ Allah da, O’nu ateşten korudu. İman eden kavim için elbette bunda ayetler ve ibretler vardır. (İbrahîm kavmine) ‘Allah’tan başka olarak taptığınız putlar, dünya hayatında aranıza dostluk ve sevgi vesilesidir. Fakat sonra kıyamet gününde, kiminiz kiminize küfredecek, bazınız da bazınızı lanetleyecektir. Gideceğiniz yer cehennemdir. Ve sizin için bir yardımcı da yoktur. Bunun üzerine O’na Lût iman etti. İbrahim dedi ki, ‘Ben Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim. O Azizdir, Hakîmdir.'” (Ankebût; 24-26)
“İbrahim de, O’nun tabi’lerindendi. Çünkü o (İbrahim) Rabbine temiz bir kalb ile gelmişti. O zaman babasına ve kavmine, ‘Siz neye tapıyorsunuz?’ demişti. Allah’tan başka yalandan ilâh mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?’ Derken yıldızlara bir kerre baktı. Ve ‘ben hastayım’ dedi. O vakit kavmi ondan dönüp uzaklaştılar. Bunun üzerine o da gizlice onların ilâhlarına gidip ‘niçin yemek yemiyorsunuz?’ ‘Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?’ dedi. Sağ eliyle onlara vurmaya başladı. Bunun üzerine kavmi koşarak geldi. Ve onu tuttular. (İbrahim), Kendinizin yonttuğu şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır’ dedi. (Kavmi), ‘onun için bina yapın ve onu ateşe atın dediler. Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz, onları zelil ve alçak kıldık. (İbrahim), ‘Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gidiyorum. O bana yol gösterir’ dedi-” (Sâffât; 83-99)
Hz. İbrahim, ülkenin hükümdarının önüne çıkarıldı, zira o hükümdar aynı zamanda kendisinin tanrı olduğunu da iddia ediyordu. Halbuki, Hz. İbrahim, tek Allah’ın dışında kimseyi tanrı olarak kabul etmeye niyetli değildi. Hz. İbrahim ile tanrılık iddiasında olan hükümdar (Nemrud) arasında geçen konuşma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle naklolunmuştur:
“İbrahim, ‘Rabbim diriltir ve öldürür’ dediğinde, o, ‘Ben de diriltir ve öldürürüm’ dedi. İbrahim, ‘Allah güneşi doğudan doğurur, sen onu batıdan doğdur’ dedi. Ve kâfir şaşırıp kaldı. Allah zalim olan kavmi hidayet etmez.” (Bakara; 258)
Böylece, Şirk’e muhalefet Tevhid’e davet yüzünden Hz. İbrahim (a.s.)’in kendi ülkesinde yaşaması ve nefes alması bile zorlaşınca, O ve kendisine iman eden bir avuç kişi ülkeyi, milleti ve her şeylerini terk etmeye karar verdiler. Hz. İbrahim, babasını bile geride bırakarak Kenan ülkesine hareket etti. O sırada kendisi ve yanındakiler, sapık kavmi şöyle ikaz ettiler:
“Biz sizden ve Allah’tan başka yaptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz, Allah’a bir olarak iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirmiştir.” (Mümtehine; 4)
Bununla beraber, Hz. İbrahim’in, Mekke’ye gelip Allah’ın gösterdiği yerde Kâ’be’yi, bir puthane veya müşriklerin ziyaret ve ibadet yeri olarak değil Allah’a ibadet etme ve Allah için kurban kesme yeri olarak inşa ettiği anlatıldı.
“İbrahim’e Beyt’in yerini gösterdiğimizde, ‘Bana hiçbir şeyi eş tutma. Beytimi tavaf edenler, orada namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için iyice temizle. İnsanlara haccı ilân et. Sana yürüyerek, zayıf develere binerek ve uzak olan her yoldan gelsinler. Tâ ki, kendilerine ait menfaatlere şâhid olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlar üzerine malûm olan günlerde Allah’ın ismini zikretsinler.” (Hacc; 26-28)
Ayrıca, Hz. İbrahim’in gerek kendi evlâtları gerekse Mekke’nin halkı için ettiği duanın ne olduğu da hatırlatıldı.
“Şunu hatırla ki, İbrahim, ‘ya Rabbi, bu beldeyi emin kıl. Beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ey Rabbim, o putlar, insanlardan bir çoğunu yoldan çıkardılar. Arlık bundan sonra kim bana tabî olursa o bendendir. Ve bana âsi olan senin kudretin altındadır. Sen Gafursun, Rahîmsin.'” (İbrahim; 35-36)
Hz. İbrahim (a.s.)’in bu kıssası ve tevhid hakkında verilen bu misaller, gerek Kureyşli gerekse Arap müşrikleri dehşete düşürecek ve ağızlarını kapatacak mahiyette idi. Bu misalleri görüp çaresizlik içinde çırpınabilirlerdi, ama ortada bulunan gerçekleri inkâr edemezlerdi. Onlar, Hz. İbrahim (a.s.)’in müşrik veya putperest olmadığını zaten biliyorlardı. Kâ’be’yi sadece Allah’a ibadet edilsin diye inşa ettiğini de çok iyi biliyorlardı. Arabistan’da şirk ve putperestlik, Hz. İbrahim (a.s.)’den çok sonra başladı. Arap’ların tarihlerinde ve geleneklerinde hangi putun nereden, ne zaman ve kimin tarafından getirilip Kâ’be’ye konulduğuna dair kayıtlar vardı. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm, Araplara açık açık ve bütün gücüyle seslendi: “Hakka yönelmiş ve batıldan uzak olan İbrahim dinine uyunuz, İbrahim müşriklerden değildi.” (Âl-i İmran; 95) “insanlardan İbrahim’e en yakın olanlar, O’na tabi olanlarla şu peygamber ve müminlerdir. Allah mü’minlerin velisidir.” (Âl-i İmran; 68)
25.1.2.2. Müşriklerin Vicdanının Sesi
Tevhid lehine verilen ikinci büyük delil, müşriklerin halet-i ruhiyesiyle ilgilidir. Müşrikler büyük bir âfet, felâket veya ölüm ile karşı karşıya gelince kendi elleriyle yaptıkları tanrıları unutur ve sadece Allah’a yalvarır ve O’ndan yardım isterlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum çok güzel ve etkileyici bir şekilde anlatılmıştır. Müşriklerin bu gibi durumlarda akıl, mantık ve vicdanlarının sesini duydukları ve Hakk’ı Bâtıl’dan ayırdıkları, ancak güçlükler ve âfetler geçince tekrar gaflet uykusuna daldıkları açıklanmıştır.
“De ki: ‘Gördünüz mü? Eğer size Allah’ın azabı gelse veya kıyamet kopsa, Allah’tan başkasını mı çağırırsınız? Eğer sadık iseniz söyleyiniz. Hayır, o zaman Allah’a dua eder (O’nu çağırır) ve O’na ortak getirdiğinizi unutursunuz. Ve Allah isterse duanızın sebebi olan azaptan sizi kurtarır.” (En’âm; 40-41)
Ebû Cehl’in oğlu İkrime (r.a.) işte bu misâli gördükten sonra İslâmiyet’i kabul etmişti. Mekke, İslam ordusu tarafından fethedildikten sonra İkrime Cidde’ye kaçtı ve bir tekneye binerek Habeşistan’a yol almaya çalıştı. Yolda büyük bir fırtınaya yakalandı ve neredeyse teknesi batacaktı. İkrime ilk önce tanıdığı ve taptığı tanrı ve tanrıçaları yardımına çağırdı, ama fırtınanın şiddeti arttıkça herkes teknenin batacağına inandı ve Allah’a yalvarmaya başladı. İşte o an İkrime’nin de gözleri açıldı ve içinden bir ses, Hz. Muhammed (a.s.)’in geçen 20 yıldan beri aynı Tanrı veya Allah’ı kendilerine tanıtmaya çalıştığını hatırladı. İkrime, gerçek Rab’lerinin, zor anlarında yalvardıkları ve canlarını kurtaran Allah’tan başka birisi olmadığına kanaat getirdi ve Rasûlullah (a.s.)’a karşı boşuna cephe aldıklarını düşündü. İkrime’nin hayatında bu bir dönüm noktası ve karar anı oldu. İkrime, tam o sırada, fırtınadan kurtulup memleketine dönebilmesi halinde doğru Hz. Peygamber (a.s.)’e gidip kelimeyi şahadet getireceğine kendi kendine söz verdi. Hz. İkrime, fırtınanın dinmesi ve canının kurtulmasından sonra Allah’a verdiği sözü tuttu ve Hz. Peygamber (a.s.)’e gelip müslüman oldu. Daha sonra bütün ömrünü cihât ederek geçirdi.
Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer birçok deliller verilmiştir. Bunlardan bazılarını biz buraya aktarıyoruz:
“Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta gemiye binip güzel bir hava ile gittikleri zaman ferahlanırlar, şiddetli rüzgâr gelip her taraftan dalgalar üstlerine hücum eylediğinde boğulacaklarını zannederler. Ve Kemal-i ihlâs ile: “Eğer bizi bundan kurtarırsan sana şükür edenlerden oluruz.” diye dua ederler. Vakta ki, Allah onları kurtarır, derhal yeryüzünde haksız yere azgınlık yaparlar.” (Yunus; 22-23)
“Onun fazl ve kereminden nasib arayasınız diye, denizde sizin için gemileri yüzdüren Rabbinizdir. O, size çok merhametlidir. Size, denizde bir sıkıntı dokunursa O’ndan (Allah’tan) başka taptığınızı unutursunuz. Fakat, O sizi ondan kurtarıp karaya çıkarınca, yine yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür.” (İsra; 66-67)
“İnsanlara bir zarar dokunursa Rabblerine iltica edip O’na dua ederler. Sonra onlara (Allah) kendi tarafından bir rahmet tattırdığı zaman da, onlardan bir kısmı Rabblerine şirk koşarlar. Kendilerine verdiğimiz nimetleri inkâr ederler.” (Rum; 33-34)
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Rabbine rücû ve teveccüh ile yalvarır. Sonra ona katından bir nimet verdiği zaman, önceden O’na yalvardığını unutur. Ve (insanları) onun yolundan saptırmak için Allah’a eşler kılmaya başlar. (Habibim) de ki, ‘Sen küfrünle bir müddet zevklenedur. Muhakkak sen, Cehennem ehlindensin.'” (Zümer; 8)
Yani, böyle bir insan sadece kendisinin doğru yoldan sapmasıyla yetinmez, diğer bazı kimseleri de doğru yoldan saptırır. Böyle bir kişi, kendilerine gelen âfet ve felâketin, falanca tanrı, tanrıça ve evliya sayesinde önlendiğini iddia eder. Bu iddiayı duyan bazı diğer saf ve kayıtsız kişiler de onun gibi düşünmeye başlarlar.
Bu, müşriklerin en zayıf yanıydı ve Kur’ân-ı Kerîm işte buradan onlara en ağır darbesini vurarak Tevhîd duygularını kamçılamak istiyordu. Arabistan çeşitli afet ve felâketlere sahne oluyordu. Ülkede can ve mal güvenliği kalmamıştı. Her tarafta hastalık açlık ve kıtlıklar vardı. İlaç ve tedavi imkânları yoktu. Çöldeki korkunç fırtına ve şiddetli rüzgâr insanların ödünü koparıyordu. Bu gibi zor ve çetin şartlarda hemen hemen her Arap ve Bedevî hayatında en az bir defa ölüm korkusuna kapılıp tek Allah’a yalvarırdı. Bu gibi zor ânlarda bütün put ve tanrıları unutur ve sadece Allah’ın kendisini koruyacağını anlardı. Özellikle, deniz yolculuğu sırasında bu gibi anlar sık sık gelirdi. Ayrıca, Habeşli komutan Ebrehe’nin Mekke’ye ve Kâ’be’ye saldırısı sırasında da bütün Arap’lar putlarından umutlarını kesip tek Allah’a yalvarmaya başlamışlardı. Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmaya başladığı zaman bu tarihî vak’ayı yaşamış olan pek çok Arap hayatta idi. Nitekim, İsrafil sûresinde, bu vak’aya dikkatleri çekilerek, o zaman kendilerini Ebrehe’nin 60 bin askerine karşı koruyanın tek ve hakikî Rabbleri olduğu hatırlatıldı. Aynı şekilde, Kureyş sûresinde, Kureyşlilerin, Kâ’be’ye sığınıp azabından kurtuldukları Kâdir-i Mutlak’a, Rahman ve Rahîm olan Allah’a kulluk etmeleri istendi.
25.1.2.3. Kâinat Nizamıyla İlgili Delil
Yukarıdaki iki delilin yanı sıra, ayakta duran, düzenli bir şekilde işleyen ve kendi başına bir Mu’cize olan kâinat da bir delil olarak müşriklere sunulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün varlıklar âlemi ve kâinat nizamını yürütenin Allah olduğu defalarca vurgulanmıştır. Bu konuyla ilgili bazı ayetleri buraya aktarıyoruz:
“Ey İnsanlar, sizi ve sizden evvelkileri yaralan Rabbinize ibadet ediniz. Tâ ki, takva sahibi olasınız. Size yeryüzünü döşek, göğü de tavan yapan ve gökten su indirip onunla size rızk olarak meyveler çıkaran O’dur. O halde kendiniz bilip dururken Allah Teâlâ’ya eşler koşmayınız. Eğer kulumuza indirdiğimiz şeyden şüphe ediyorsanız, onun benzeri bir süre gelirin ve Allah’tan başka yardımcılarınızı da çağırın. Eğer sözünüzde sadık iseniz bunu yapın.” (Bakara; 21-22)
“Sizi topraktan yaratması, sonra yeryüzüne dağılan beşer olmanız, O’nun kudretine dalâlet eden ayetlerdendir. Sizin için kendileri ile ülfet ve ünsiyet peyda edesiniz diye nefislerinizden zevceler yaratması ve aranızda bir sevgi ile rahmet icat etmesi de, O’nun kudretine delâlet eden ayetlerindendir. Şüphesiz ki, bunlarda, bilenler için ibretler vardır. Gece ve gündüz uyumanız ve O’nun fazlından nasib aramanız da yine O’nun alâmetlerindendir. Şüphesiz bunda hakikati işiten kavim için ibretler vardır. Size, şimşeği hem korku vermek hem de arzu vermek için göstermesi, gökten su indirip onunla ölmüş olan arzı canlandırması yine O’nun alâmetlerindendir. Gerçekten bunda da aklını kullanan kavim için ibretler vardır. Göğün ve yerin O’nun emri ile kaim olması da yine O’nun alâmetlerindendir. Sonra sizi bir defa çağırdığı zaman derhal kabirlerden çıkarsınız. Göklerde, ve yerde olanların tamamı O’nundur. Hepsi O’na boyun eğicidirler. Mahlûkatı ibtidâ yaratıp sonra onu iade edecek olan O’dur. Bu, O’na güç Değildir. (Daha kolaydır). Göklerde ve yerde en yüce sıfat O’nundur. O, Azizdir. Hâkimdir. (A’raf; 54)
“Rabbiniz o Allah’tır ki, altı günde gökleri ve yeri yarattı. Sonra arş üzerinde hükümrân oldu. Gece ile gündüzü örter. Ve gece gündüzü takip eder. Güneş, ay ve yıldızlar (O’nun) emrine müsahhardırlar. Haberin olsun ki, yaratmak da emir de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir.” (A’raf; 54)
“Yerin bitirdiği şeylerden ve (insanların) kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden çiftleri yaratan Allah, münezzehtir. Onlara, kudretimize delâlet eden bir ayet de gecedir. Biz ondan gündüzü soyduğumuzda, onlar karanlıkla kalırlar. Güneş kendi karargâhında yürür. Bu, gâlib, kâdir ve âlim olan Allah’ın takdiridir. Aya da, menziller takdir ettik. Nihayet, o bunlardan geçerek kuru hurma dalı gibi olur. Güneş aya yetişmez. Gece de gündüzü geçmez. Hepsi birer felekte yüzerler. Onlara kudretimize delâlet eden bir ayet de kendi evlâtlarını dolu gemilerde taşımamızdır. Ve onlar için, bunun gibi binecekleri nice şeyleri yaratmamızdır. Eğer istemiş olsak onları suda boğardık. Onların imdadına gelecek de yoktur. Onlar kurtulamazlar da. Ancak tarafımızdan rahmet olmak ve ecellerine kadar yaşamak için (onları garketmedik).” (Yâsin; 36-44)
“Bir şeyin olmasını dilediği zaman O’nun emri ona “ol” demektir. O da oluverir. O halde her şeyin mülk ve tasarrufu elinde olan Allah’ın şanı ne yücedir. Siz, ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Yâsin; 82-83)
“De ki, ‘Allah’tan başka Rabb mi ararım? Halbuki, O her şeyin Rabbidir.” (En’âm; 164)
“Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’ın üzerine olmasın. Onların durdukları ve gidecekleri yeri de bilir. Hepsi Kitab-ı Mü’bin’de yazılıdır.” (Hûd; 6)
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerine istivâ buyuran (istilâ eden) dir. Yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve ona yükseleni bilir. Her nerde olursanız olun. O, sizinle beraberdir. Allah, işlediğiniz şeyleri görücüdür. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Ve bütün işler âncak Allah’a döndürülür. O, geceyi gündüze sokar, gündüzü de geceye katar. O kalplerde olanı bilir.” (Hadîd; 4-6)
“Gökten yere kadar bütün dünya işlerini O tedbir eder. Sonra yerden kulların işleri sizin saydıklarınızdan bin sene kadar olan bir günde yine O’na yükseltilir. Bu işlerin tedbiri kudreti, O’nun gaybı, hazırı bilir, Gâlib, Kâdir ve Rahîm olmasındandır. O Allah ki, her şeyi güzel surette yarattı. Ve insanı yaratmaya da balçıktan başladı. Sonra onun zürriyetini hakîr bir sudan hasıl olan bir nutfeden (meniden) yarattı.” (Secde; 5-8)
“Taneyi ve çekirdeği yaratan Allah’tır. Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran O’dur. İşte Rabbiniz Allah böyledir. O’na nasıl iftira edersiniz? Sabahı yarıp çıkaran, şafağı açan O’dur. Geceyi zaman zaman sükûn ve güneş ile ayı vakitlerin ölçü vasıtası kılan O’dur. Bu, Galip ve Bilici’nin takdiridir. Kara ve denizin karanlıkları içinde yollarınızı bulasınız diye sizin için yıldızları yarattı. Bilen kavim için ayetleri tafsil ettik. Sizi, bir tek candan yaratan ve sizin için dünyayı karar mahalli (bir karar yeri ve kabirde konulacak yer) yapan O’dur. Biz, ayetlerimizi iyi ve ince anlayan zümrelere açıkça bildirdik.” (En’âm; 95-98)
“(Ey Rasûlüm) De ki; ‘Eğer Allah, size bir zarar murad etse veyahut size bir fayda dilese, artık O’nun dilemesinden sizi kim koruyabilir?” (Fetih; 11)
“Eğer, Allah sana bir zarar isabet ettirirse onu O’ndan başka giderici yoktur. Eğer sana bir hayır da dilerse, O’nun fazlını geri çeviren bulunmaz.” (Yunus; 107)
“Allah’ın insanlara açacağı rahmeti engelleyip tutacak; ve engelleyip tuttuğu şeyi de O’ndan (Allah’tan) başka salıverecek yoktur… Sizi gökten ve yerden rızıklandıran Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır? Ondan başka bir ilâh yoktur. O halde, nasıl döndürülüyorsunuz?” (Fatır; 2-3)
“Allah hükmedince O’nun hükmünü tehir edecek yoktur.” (Ra’d; 41)
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisi de fesada uğrarlardı. Arşın Rabbi olan Allah, onların isnadlarından münezzeh ve yücedir. Allah yaptığından mesul olmaz, fakat onlar (kullar) sorumlu olurlar. Yoksa Allah’tan başka ilâh mı edindiler? (Onlara) De ki; ‘Delilinizi getirin.'” (Enbiyâ; 22-24)
“Allah evlâd edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir ilâh da yoktur. Eğer başka bir ilâh olsaydı, her biri kendi yarattığını götürür. Ve birbiri üzerine galebe ederlerdi. Allah onların vasıflarından münezzehtir.” (Müminûn; 91)
“De ki: ‘Eğer müşriklerin dedikleri gibi. O’nunla beraber başka ilâhlar olsaydı, onlar Arş’ın sahibine galebe çaresini ararlardı. Allah, onların dediklerinden münezzehtir.” (İsrâ; 42-43)
Bu ayetlerde, tevhid lehine çok kuvvetli ve inandırıcı deliller verilmiştir. Çok az akıl ve mantığa sahip olan bir kişi bile gök ile yer arasında bulunan muhteşem ve göz kamaştırıcı kâinatın, olağanüstü, insanüstü ve doğaüstü bir varlık olmaksızın yürüyemeyeceğini pekalâ anlayabilir. Bu kâinat nizamının Allah tarafından hazırlandığının ve yine kendisi tarafından yürütüldüğünün farkına varabilir. Bu kâinat nizamındaki hikmet, marifet, bilgi, kudret, rahmet, rubûbiyyet, kanun, düzen, âhenk ve bunun içinde bulunan sayısız eşya, mahlûk ve varlıkların hepsi, Allah’ın var olduğunu ve her şeye hâkim olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar, insanüstü veya doğaüstü bir varlık olmaksızın gerçekleşemeyeceklerini haykırarak bize bildiriyor. Bu kâinat nizamında birden fazla Tanrı’nın varoluşuna imkân yoktur. Bu hususta kimse Allah’ın ortağı ve eşi olamaz. Çünkü, böyle bir şey olsaydı, bu kâinat nizamı böylesine muntazam, böylesine âhenk içinde işleyemezdi. Yaradan, Rızık Veren, Zarar ve Kâr Veren ve diğer her konuda Söz Sahibi, Allah olduktan sonra başkalarının ma’bud olmaya veya tapılmaya lâyık olduğu söylenebilir mi? O’nun kulları ve mahlûklarına başka kimse hâkim olabilir mi? İnsan eğer birine hizmet ediyor veya kölelik ve kulluk yapıyorsa O’nun bir takım yetkilere sahip olması, bazı fayda ve zararlar vermeye kâbil olması gerekiyor. Fakat O’nun hiçbir yetkiye, kudrete ve kuvvete sahip olmadığını öğrendikten sonra da O’nu ma’bud olarak tanıması ve O’na tapması gayet tabii ki büyük bir budalalıktır.
25.1.2.4. Şirk’in Reddine Dair Deliller
Kur’an-ı Kerîm’de Tevhid’in lehine ne kadar kuvvetli deliller verilmişse, şirkin reddi için de aynı şekilde kuvvetli ve isabetli deliller verilmiştir. Bunların bazısını buraya aktarıyoruz.
“Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah Teâlâ’nındır. Allah’tan başkasına tapanlar da, gerçekte Allah’a koştukları şeriklere tabi olmuyorlar. Onlar âncak zanna tabidirler. Ve âncak yalan söylerler.” (Yunus; 66)
“Müşriklerin taptığı şeylerden dolayı şüphede olma. Onlar, atalarının bundan evvel taptığı gibi taparlar. Biz de onlara nasiplerini (cezalarını) eksiksiz veririz.” (Hûd; 109)
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine tabi olun’ denilirse, ‘hayır atalarımızı üzerinde bulduğumuz dine tabi oluruz’ derler. Eğer şeytan onları Cehennem azabına davet etse ona da tabi olurlar mı?” (Lokman; 21)
“Yoksa onlara bundan önce bir kitap mı verdik ki, ona tutunup amel ediyorlar? Onlar: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz onların izleri üstünde gidiyoruz’ dediler. Bunun gibi, senden önce hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek o (memleketin) ileri gelenleri: ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Ve onların izlerine uymuşuz’ dediler. (Her peygamber, kendi ümmetine) ‘Atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse de mi?’ dediğinde onlar: ‘Biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeylere inanmıyoruz’ dediler.” (Ez-Zuhruf; 21-24)
“Haklarında hüccet ve delil bulunmayan ve kendilerinin dahi (tanrı oldukları hususunda) bir bilgileri bulunmayan şeylere Allah’tan başka olarak ibadet ederler. Zâlimlere yardımcı yoktur.” (Hacc; 71)
Yukarıdaki ayetlerde ve benzerlerinde müşriklerin, Allah’a başkalarını şerik koşmaları için herhangi bir delil bulunmadığına dikkat çekilmiştir. Müşrikler ancak atalarını körü körüne taklid ederler ve sadece kıyas ve tahminlerine dayanarak yalan yanlış tanrı ve tanrıçalar yaratıp bunlara taparlar. Müşrikler, bu kendilerini korumaktan âciz, hatta hareket bile edemeyen tanrılara ibadet ederler ve onlara dilek ve istekte bulunurlar. Halbuki, Cenâb-ı Allah, hiçbir zaman kendisinin herhangi bir ortağı olduğunu söylememiştir. Ayrıca, müşrikler, yapmacık tanrı ve tanrıçaların bir takım ilâhî ve olağanüstü yetki ve güçlere sahip olduklarını bilecek herhangi bir bilgi ve ilham kaynağına da sahip değillerdir. Buna ilâveten, Kur’ân-ı Kerim’de Şirk’in ne kadar saçma ve asılsız olduğu da defalarca vurgulanmıştır. Şu ayetlere bakın:
“Gökleri ve yeri yaratan, sizin için gökten su indirip onunla güzel bahçeler yapan kimdir? Siz, onların ağaçlarını bile bitiremezdiniz. Allah ile beraber başka bir Tanrı ha? Hayır, onlar haktan sapan bir kavimdirler. Yeri bir mesken yapan, ortasından nehirler akıtan, onda sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile beraber başka bir Tanrı ha? Hayır, çoğu bilmez cahillerdir. Sunuya düşen kimse dua ettiği zaman, onun duasını kabul edip fenalığı gideren, sizi yeryüzünde her şeye hâkim kılan kimdir? Allah ‘de beraber başka bir Tanrı ha? Ne az düşünüyorsunuz? Size karaların ve denizin karanlıklarında yol gösteren kimdir? Rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gösteren kimdir? Allah ile beraber başka bir Tanrı ha? Allah, onların şirk koştukları şeylerden çok yücedir. Halkı yaratıp duran, sonra onu iade edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir? Allah ile beraber başka bir Tanrı ha? De ki: ‘Eğer sözünüzde doğru iseniz delilinizi getirin.'” (Neml; 60-64)
“Furkanı (Kur’anı) âlemlerin bir korkutucusu olsun diye kuluna indiren Allah’ın şanı ne yücedir. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Hiçbir evlâd edinmemiştir. O’nun mülkünde bir ortağı da yoktur O, her şeyi yaratıp miktarınca takdir eylemiştir. (Mukadderatını tayin buyurmuştur). Kâfirler O (Allah)’dan başka olarak, hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile zarar ve faydaya muktedir olmayan, öldürmeye, diriltmeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden kaldırmaya kâdir olmayan şeyleri ilâh edindiler.” (Furkan; 1-3)
Nahl sûresinin 3.’den 16. ayetine kadar Cenâb-ı Allah’ın muhtelif yaratıcı kudreti ve kuvvetine değinildikten ve yarattığı çeşitli eserlere işaret edildikten sonra şöyle denilmiştir.
“Yaratan (Allah) hiç yaratmayan gibi midir? Artık siz hiç düşünmeyecek misiniz?” (Âyet; 17)
“De ki, (Habibim): ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ ‘Allah’tır’ diye cevap verirler. De ki: ‘O halde O’ndan başka, kendilerine bile ne bir fâide ve ne de bir zararları olmayan şeyleri dost mu edinirsiniz?’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu?’ Yahut, ‘karanlıklar ile nur bir olur mu?’Yoksa, Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratıcı ortaklar buldular da, bu yaratma kendilerine göre birbirine benzer mi göründü? De ki: ‘Her şeyi yaratan Allah’tır. O, birdir. Her şeye galip ve hakimidir.” (Ra’d; 16)
(Habibim) de ki, ‘Allah’tan başka taptığınız ortakları gördünüz mü? Yer yüzünde neyi yarattıklarını bana gösterin.’ Yahut onların göklerde (Allah’la) ortakları mı var? Yoksa kendilerine bir kitap vermişiz de, onlar bundan bir delil üzerinde midirler? Hayır ne öyle ne de böyledir. Zâlimler birbirlerini aldatmaktan başka bir vaadde bulunmuyorlar.” (Fâtır; 40)
“Muhakkak onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, ‘Allah’ derler. De ki, ‘Eğer Allah bana bir zarar murad etse, o zararı gidermeye, eğer bana rahmet murad etse onu menetmeye Allah’tan başka taptıklarınız kadir olabilir mi?’ De ki, ‘Allah bana kâfidir. Tevekkül edenler âncak O’na tevekkül etsinler!” (Zümer; 38)
Müşrikler, ilâh ve ilahelerin, -Allah katında sevilen ve sayılan varlıklar oldukları için- haklarında şefaatte bulunabileceklerini iddia ediyorlardı. Müşrikler, bu sebepten bu ilâh ve ilahelere ibadet ettiklerini söylüyorlar ve onları yardımlarına çağırıyorlardı. Ayrıca bu ilâh ve ilahelerin fayda ve zararları hakkında da çok hassas davranıyorlardı. Ancak Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin bu bâtıl fikir ve inançlarını da şiddetle reddetti:
“Onlar Allah’tan başka, kendilerine ne zarar ne de faydası olmayan Şeylere taparlar. Ve: ‘Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki, ‘Göklerde ve yerde Allah’a, bilmeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz?’ O, sizin şirk koştuklarınızdan münezzehtir, çok yücedir!” (Yunus; 18)
“Agâh olun ki, şirk ve riyadan halis din Allah’ındır. O’ndan başka mabud edinenler, ‘Biz bunlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ (derler). Allah, onların arasında ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir. Yalancı ve nimeti inkâr edip olanları Allah hidâyet etmez.” (Zümer; 3)
“Müşrikler, kendilerine şeref ve izzet olsun diye Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hayır, şeref ve izzet olmaz. O mabutları onların ibadetlerini inkâr edip, onlara hasım olacaklar.” (Meryem; 82-83)
“Onlar yardım olunurlar zannı ile, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. O ilâhları onlara yardım etmeye güç yetiremezler. Kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir.” (Yasin; 74-75)
“(Habibim o müşriklere) De ki, ‘Allah’tan başka ilâh olduklarını iddia ettiklerinize yalvarın. Onlar gökte ve yerde zerre kadar bir şeye bile mâlik değildir. Onların gökte ve yerde bir ortakları olmadığı gibi. O’nun da onlardan bir yardımcısı yoktur. (Allah’ın) katında şefaat, ancak O’nun Şefaat etmek veya şefaat olunmak için izin verdiğinden başkasına fayda etmez.” (Sebe’; 22-23)
“Allah’tan başka, kıyamete kadar kendilerine icabet etmeyen ve kendi dualarından gafil bulunanlara dua edenlerden daha fazla dalâlete düşmüş kim vardır? İnsanlar mahşerde toplandıkları zaman bunlar (ma’butları) onlara düşman olur ve ibadetlerini inkâr ederler.” (Ahkâf; 5-6)
“Hakk olan dua, ancak Allah’a mahsustur. O’nu bırakıp çağırdıkları putlar ise kendilerine karşılık vermezler. Bu, suyu ağzına götürmek maksadıyla elini suya uzatan ve fakat ona bir türlü erişemeyen gibidir. Kâfirlerin duaları sapıklık içinde kalmaktan başka (bir mahiyetle) değildir.” (Ra’d; 14)
“Allah’tan başka dost edinenlerin örneği, kendine ev yapan örümceğin hali gibidir. Halbuki, evlerin en zayıfı örümcek evidir. Eğer bunu bilselerdi. ” (Ankebut; 41)
“Ey İnsanlar, Size bir misal getirildi. Onu dinleyiniz. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız hep bir araya toplansalar bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kaparsa, onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de istenen de âciz. Kâfirler, Allah’ı hakkiyle takdir edemediler. Allah, çok kuvvetli ve galiptir.” (Hacc; 73-74)
“Bir şey yaratmayan ve kendileri yaratılıp durmakta olanlar ile, Allah’a şirk koşarlar mı? Onların mâbudları yardım edemezler. Ve kendi nefislerine bile yardımları olmaz.” (A’raf; 191-192)
Nahl sûresinde, 65’ten 72. ayete kadar Allah’ın insanlara lütuf ve ihsanlarından bahsedildikten sonra şöyle buyuruluyor:
“Allah, size kendinizden zevceler ve zevcelerinizden de evlât ve torunlar yarattı. Ve sizi iyi ve helâl şeylerle rızıklandırdı. Şimdi onlar, batıla iman edip, Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar? (Müşrikler) Allah’tan başka kendilerine göklerden ve yerden hiçbir rızık vermeye kadir olamayan şeylere ibadet ederler, (taparlar.)” (Nahl; 72-73)
“Yoksa onlar, Allah’tan başka şefaatçiler mı edindiler? De ki: ‘Onların hiçbir şeye güçleri yetmez ve hiçbir şeye akıl erdiremezlerse yine (onlara tapar misiniz)’. De ki, ‘Bütün şefaat Allah’ın kudretindedir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz!” (Zümer; 43-44)
“Gerçekten biz, etrafımızdaki memleketlerden bir haylisini helâk ettik. Ve belki küfürlerinden dönerler diye, kendilerine ayetlerimizi tekrar tekrar gösterdik. Allah’a yakınlığa vesiledir diye, O’ndan başka ilâh edindikleri şeyler, onlara yardım etmek bir tarafa, bilâkis kendilerinden savu-Sup kayboldular, (işte bu, onların yalanlarıdır. Ve uydurmakta oldukları Şeylerin eseridir.” (Ahkâf; 27-28)
Fâtır sûresinde, 11’den 13. ayetlerine kadar Cenâb-ı Allah’ın kuvvet ve kudretinden bahsedildikten sonra şöyle buyuruluyor.
“İşte Rabbimiz olan Allah böyledir. Mülk ve tasarruf O’nundur. O’ndan başka taptıklarınız da bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik değildirler. Eğer onlara (putlara) dua ederseniz duanızı işitmezler. Size cevap bile vermezler. Kıyamet gününde de şirkinizi inkâr edeceklerdir.” (Fâtır; 13-14)
“Allah, hak ve adaletle hükmeder. (Kâfirlerin) Allah’tan başka taptıkları şeyler ise hiçbir şeye hükmedemezler. Allah, işitici ve görücüdür.” (Mü’min; 20)
Kur’ân-ı Kerim’de daha sonra, şeref ve haysiyete talip olanların, özellikle şefaat ve selâmet isteyenlerin doğrudan Allah’a müracaat etmeleri, herhangi bir aracı veya vasıtayı aramamaları gerektiği açıklandı.
“İzzet isteyen (Allah’a itaat etsin), çünkü izzetin tamamı Allah’ındır. Hoş kelimeler ancak O’na yükselir. Ve O’nu salih amel yükseltir.” (Fâtır; 10)
Müşrikler, Allah’ın evlâtları olduğunu, meleklerin O’nun kızları olduğunu iddia ediyorlar ve dolayısıyla kendilerine ibadet edip duruyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu tür hareket ve tavırlar ağır bir şekilde tenkid edilip bunun saçmalığı dile getirildi:
“Allah’a, O’nun yarattığı cinleri ortak yaptılar. Bilmeden O’na oğullar ve kızlar uydurdular. Allah ise onların tavsif eylediklerinden münezzeh ve âlîdir. Gökleri ve yeri yoklan var eden O’dur. O’nun eşi olmadığı halde evlâdı olur mu? Halbuki her şeyi O yarattı. Ve her şeyi hakkiyle bilendir, işte Rabbiniz böyledir. O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyi yaratan O’dur. O’na ibadet edin. O her şey üzerine vekildir.” (En’am; 100-102)
“‘Rahman evlâd edindi’ dediler. Allah bundan münezzehtir. Hayır evlâdı dedikleri O’nun ikrama mazhar kılınmış kullarıdır. O’nun sözünün önüne geçmezler. Hep O’nun emri ile amel ederler. Allah onların önünde ve arkalarında olanı bilir. Onlar ancak Allah’ın razı olduğuna şefaat ederler. Ve O’nun azametinden korkarlar. Onlardan: ‘Ben, Allah’tan başka ilâhım diyeni Cehennemle cezalandırırız. Biz, zâlimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiya; 26-29)
“Öyleyken kullarından bazısı O’na cüz ve ortak isnâd ettiler. İnsan apaçık bir nankördür. Allah, yaratıklarından kızları kendisine edinip oğulları size mi ayırıp seçti? Rahman olan Allah’a kendisiyle darbı mesel eyledikleri şeyle (kızla) onlardan biri müjdeleme yüzü simsiyah olur ve kederinden yutkunur. Süs içinde yetiştirilmekte olup da kendisi mücadele delilini açıklamayan kişi (kızları) mı Allah’a isnâd ediyorlar? Allah’ın kulu olan melekleri de dişiler yaptılar. Onlar meleklerin yaratılmasını gördüler mi? Onların şâhidlikleri yazılacak ve bundan mes’ul tutulacaklar.” (Zuhruf; 15-19)
“(Ey Resulüm) şimdi müşriklere sor: ‘Kızlar Rabbinin de, erkek evlâtlar onların mı?’Yoksa biz, melekleri dişi yarattık ta, onlar şâhid mi idiler? Haberin olsun ki, onlar iftiralarından dolayı şöyle derler: ‘Allah doğurdu.’ Muhakkak onlar, yalancıdırlar. Yoksa (Allah) kızları oğullara tercih mi etti? Ne oluyor size ki, böyle hükmediyorsunuz? Düşünüp tefekkür etmiyor musunuz? Yoksa elinizde bu hususta apaçık bir hüccet mi var? Eğer doğru söyleyenlerdenseniz kitabınızı getirin.” (Sâffât; 149-157)
“Bana haber verin ki, Lât ve Uzza’ya mı tapıyorsunuz? Diğer üçüncüsü olan Menat’a mı ibadet ediyorsunuz? Erkek sizin dişi O’nun mu? O takdirde bu insafsız bir taksimdir. Bu putlar, sizin ve babalarınızın uydurdukları isimlerden başka bir şey değildir. Allah, bunun için bir hüccet indirmedi. Onlar, âncak zanna ve nefislerinin istediğine tabi olurlar. Halbuki, kendilerine Rabblerinden bir hidayet gelmiştir.” (Necm; 19-23)
Kur’ân-ı Kerîm’de şirkin her yanı tenkid ve reddedilmiş ve müşriklerin mabudlarının, âyin ve merasimlerden başka bir şeye yaramadığı açıklanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de putlara ve ilâhlara bazı adak, hediye ve kurbanlar sunulduğu dünya işlerinde kazanç sağlanması için onlara dua ve ibadet edildiğine dikkat çekilmiştir. Bu ilâhi kitapta ilâh ve ilahelerden hiçbirinin, insanların nasıl yaşamaları gerektiğini, ahlâk ve faziletin kurallarının ne olduğunu, Hakk’ın ne, batılın ne olduğunu anlatacak durumda olmadığı vurgulanmıştır. Halbuki, duaya, ibadete ve itaate, ancak kullara ve kendisine tabi olanlara yol gösterebilen biri lâyık olabilir.
“De ki, ‘sizin ortaklarınızdan hakkı gösteren var mı? ‘De ki, ‘Hakka götüren ve ona hidayet eden Allah’tır. O halde, Hakka hidayet eden mi yoksa hidayet etmeyip kendi hidâyete muhtaç olan mı uyulmaya daha lâyıktır? Size ne oluyor ki, böyle yanlış hüküm veriyorsunuz? Onların çoğu, ancak zanna tabi’ olurlar. Zann ise haktan bir şey ifade etmez. Allah, işledikleri şeyleri kemâli ile bilir.” (Yunus; 35-36)
Bu suretle, delillerle şirkin tamamıyla ortadan kaldırılmasından sonra onun, Allah katında hiçbir zaman affedilmeyen bir günah olduğu, bundan ancak tövbe edilince kurtulmanın mümkün olduğu, yoksa şirk hâlinde her türlü iyi amelin kaybolup gittiği ifade edilmiştir.
“Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başka her şeyi dilediği kimse için mağfiret eder. Allah’a şirk koşan büyük bir günah ile iftira etmiş olur.” (Nisâ; 48)
“De ki, ‘Bana, Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz ey cahiller.’ Gerçekten sana ve senden evvelki peygamberlere, ‘eğer Allah’a şirk koşarsan amelin boşa gider. Ve hüsrana uğrayanlardan olursun’ diye vahyettik. Bilâkis Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol.” (Zümer; 64-66)
25.1.2.5. Tevhid’in Vecibeleri
Tevhid her bakımdan “hak” ve Şirk her bakımdan “batıl” ilân edildikten ve ispat edildikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’de Allah-u Teâlâ’yı tek Rabb ve Ma’bud olarak tanıdıktan sonra neler yapmamız gerektiği de bir bir sıralanmıştır. Bunları şöyle aktarabiliriz:
a) Allah’tan başka kimseye ibadet edilmemeli, tapılmamalıdır:
“Ben cinleri ve insanları âncak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat; 56)
“Gece, gündüz, güneş ve aya Allah’ın kudretine delâlet eden ayetlerdendir. Siz, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin, eğer O’na ibadet edenlerdenseniz.” (Fussilet; 37)
“(Habibim) Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik. O halde, dinde halis olarak Allah’a ibadet et. Agâh olun ki, şirk ve riyadan halis din Allah’ındır. ” (Zümer; 2-3)
“Bilâkis, Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol.” (Zümer; 66)
“De ki; ‘Bana, Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz ey cahiller.” (Zümer; 64)
b) Allah’tan başka kimseye dua edilmemeli, yalvarılmamalıdır. Allah’tan başka kimse insanüstü bir yaratık kabul edilip O’na dilek ve istekte bulunulmamalıdır.
“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” [3] (Fatiha; 4)
“Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. Odan başka hiçbir ilâh yoktur.”
(Kasas; 88)
“Rabbiniz: ‘Bana dua edin. Size icabet edeyim. Bana ibadet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, hakir ve zelîl olarak cehenneme gireceklerdir’ buyurdu.”[4] (Mü’min; 60)
“Eğer kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua eylediği zaman, dua edenin duasına icabet ederim.”[5] (Bakara; 186)
c) Allah’tan başka birinin gaipten haberdar olduğu düşünülmemelidir. Allah’tan başka kimse dünya ve kâinatın gizli ve açık sırlarını bilmez. Allah’tan başka kimse geçmiş ve gelecekten haber veremez.
“De ki: ‘Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah’tan başka kimse bilmez.'” (Neml; 65)
“Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Onu ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa O hepsini bilir. Ağaçlarda bir yaprak düşmez ki Allah onu bilmesin. Arzın karanlıklarında tek bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kitab-ı mübinde bulunmasın.” (En’am; 59)
d) Allah’tan başka kimsenin kapısı çalınmamalıdır; kimse için adak verilmemeli, kurban kesilmemelidir. Allah’ın adı anılmadan kurban edilen veya kesilen her hayvanın eti haramdır. Kur’ân-ı Kerîm’de en az dört yerde Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanın haram olduğu belirtilmiştir.
(Bk: Bakara, 173, Maide: 3, En’am; 145 ve Nahl; 115). Maide suresinde ayrıca şöyle denilmiştir: “Size ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası için boğazlanan, boğularak, vurularak, düşerek, başka bir hayvan tarafından boynuzla vurularak telef edilmiş hayvanlarla, canavarın parçaladığı ve yetişip ölmezden evvel boğazlanmayan, dikili taşlar üzerine kesilen hayvanların yenmesi ve oklarla fal bakmak haram kılındı.” (Ayet; 3)
En’am sûresinde konuya şu açıklık ta getirilmiştir:
“Eğer O’nun (Allah’ın) ayetlerine inananlardan iseniz boğazlanırken üzerine Allah’ın ismi okunan şeyleri yeyiniz.” (Ayet; 118)
“Üzerine, Allah’ın ismi zikrolunmayan şeyden yemeyiniz. Bunu yemek fısktır.” (Ayet; 121)
e) Bütün kâinata rakipsiz hâkim olan Allah’ın hak, tasarruf ve selâhiyetleri, insanların bütün sosyal mesele ve faaliyetlerinde, meselâ ahlâk, kültür, medeniyet, toplum, ekonomi, siyaset, kanun, hukuk, barış ve savaş v.s. gibi alanlarda kabul edilmelidir. Kanun ancak Allah’ın.olmalıdır; hukuk ancak Allah’ın olmalı, başkalarına kanun hazırlama ve uygulama yetkisi verilmemelidir. Allah’ın helâl ettiği helâl, haram ettiği haram olmalıdır. Allah’tan başka hiçbir kimse, helâli haram veya haramı helâl etmeye yetkili kılınmamalıdır. Bütün kaide, kanun ve kuralların kaynağı ancak Allah ve O’nun kitabı olmalıdır, insanî meseleler hakkında Tek Allah’tan başka kimse söz sahibi olmamalıdır. İnsanlara gerçek anlamda, İnsanlar değil, Allah hâkim olmalıdır.
“İşlerinizden bir şey hakkındâ ihtilâf ettiğiniz zaman, onun hükmü ve fazlı Allah’a aittir.” (Şura; 10)
“Yoksa, Allah’ın izin vermediği şeyi, dinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? Eğer fasıl kelimesi olmasaydı (azapların tehiri için hüküm geçmemiş olsaydı) aralarında hüküm icra edilmişti bile.” (Şura; 21)
Bu ayette kullanılan “ortaklar” kelimesinden insanların dua ve ibadet ettiği, adak ve kurbanlarını sunduğu ve uğurlarında bazı dinî merasimler yaptığı ilâh, tanrı ve tanrıçalar değil, insanların bazı hukukî ve içtimaî meselelerde hâkim ve hakem olarak kabul ettiği kişiler kastedilmiştir. Bu kişilerin fikir, akide, ideoloji ve felsefelerine inanılmış, verdikleri değerler baş tacı yapılmış, ahlâk, fazilet, medeniyet, kültür ve evren ile ilgili kaide ve kuralları büyük kitleler tarafından benimsenmiştir. Aynı kişilerin tanzim ettikleri kanun ve ilkeler geliştirdikleri gelenek ve görenekler dinde, siyasette, iktisatta, cemiyette, kültürde, sanatta, ticarette, hükümette devlette ve medeniyette birer şeriat olarak kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Bu ayette, işte bu sapıklıklara dikkat çekilmiş ve İnsanlar uyarılmıştır.
“Onlar, alimlerini, rahiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i Allah’tan başka Rabb edindiler. Halbuki, onlara da, ancak kendisinden başka ilâh olmayan bir tek Allah’a ibadet etmeleri emrolunmuştu. Allah onların şirklerinden münezzeh ve yücedir.” (Tevbe; 31)
Hadislerden anlıyoruz ki, İslâmiyet’e giren ilk Hıristiyan olarak bilinen Hz. Adiyy bin Hâtem bir defasında Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna gelerek kendisine bazı sorular sordu; bu sorulardan biri de yukarıdaki ayetle ilgiliydi. Adiyy bin Hâtem, alimlerin, rahiplerin ve Mesih’in Rabb edinilmesinin ne anlama geldiğini sordu. Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, “Onların haram kıldıklarını sizin de haram olarak kabul etmeniz ve onların helâl kıldıklarını sizin de helâl olarak kabul etmeniz doğru değil midir?” Adiyy; “evet, bunu elbette yapıyorduk” dedi. Buyurdular; “işte bu, onları Rabb olarak kabul etmek demektir.” Bu kurala göre, Kitabullah’ın dışında insanların hayatıyla ilgili bazı emir ve yasaklar getirenler aslında Allah’ın tanrılığına karışmış oluyorlar ve bu tasarrufları yapanlara tabi olan veya onların yanında yer alanlar ise onları bir bakıma tanrı derecesine çıkarmış oluyorlar.
“De ki: ‘Görmez misiniz ki, Allah’ın size indirdiği rızıktan (kimini) helâl (kimini) haram, kılarsınız.’ De ki, ‘bunun için size Allah mı izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?'” (Yunus; 59)
“Dillerinizin yalana alışması dolayısıyla Allah’a yalanla iftira etmek için, ‘Bu helâldir, bu haramdır’ demeyiniz. Allah’a yalan iftira edenler iflâh olmazlar.” (Nahl; 116)
“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerdir… zâlimlerdir… fasıklardır…” (Maide; 44,45,47)
“Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün ya… Allah, onu bir ilim üzerine şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiştir…” (Casiye; 23)
Böylece, Hz. Muhammed (a.s.)’in vaaz ettiği ve yaymaya çalıştığı tevhîd fikrinin vecibeleri, insanların sadece Allah’ı tek olarak kabul etmeleri O’na ibadet etmeleri, dua etmeleri, tapmaları ve başka kimselere dilek ve istekte bulunmamaları değildi; aksine bütün devlet, hükümet ve toplumun, kanun, düzen ve geleneklerini terk edip yalnızca Allah’ı kanun tanzim eden ve tatbik eden olarak kabul etmeleri de gerekiyordu. Hz. Peygamber (a.s.) bile bu genel kuraldan müstesna değildi. Hz. Peygamber (a.s.)’in de diğer İnsanlar gibi Allah’ın verdiği kanunlara uyması gerekliydi ve kendisi Allah’ın helâl veya haram kıldığı eşya ve kanunlarda herhangi bir tasarruf yapamazdı.
“Kendisinden başka bir ilâh bulunmayan Rabbinden sana vahyolunana tabi ol.” (En’am; 106)
“Allah’ın sana helal kıldığı şeyleri niçin kendine haram ediyorsun?” (Tahrim; 1)
Bu, aslında uluslararası ve evrensel bir devrime davetti. Kur’ân, sadece dini değil, bütün hayat düzenini değiştirmek istiyordu. Bu inkılabî fikir ve hareket tabii ki müşrik Arapları çileden çıkardı; ama en çok Kureyşlileri küplere bindirdi. Zira asıl menfaatleri zedelenen ve zarar gören onlardı. Bu fikir ve hareketin başarılı olması onların felâketi ve ölümü demekti ve bu sebeple, İslâmiyet’e en büyük muhalefet ve taarruz onlardan geldi.
25.1.3. Kureyşlilerin Muhalefetinin En Büyük ve En Temel Sebebi
Kureyşlilerin, Rasûlullah (a.s.)’ın İslam davasını kabul etmeleri halinde karşılaşabilecekleri en büyük tehlikeye Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilmiştir.
“Onlar, ‘Eğer biz doğru yola uyar, seninle beraber olursak memleketimizden çıkarılırız’ dediler.” (Kasas; 57)
Konuya ciddiyetle eğildiğimiz takdirde, Kureyşlilerin İslâmiyet’i kabul etmemeleri ve buna şiddetle muhalefet etmelerinin en büyük ve en temel sebebinin işte bu olduğunu göreceğiz. Bu noktayı iyice anlayabilmemiz için tarihe bir göz atmamız ve Kureyş’in o zamanki dinî, ekonomik ve toplumsal durumunu gözümüzün önüne getirmemiz gerekiyor:
Tarih, Kronoloji ve Antropoloji’ye göre Kureyşlilerin, Hz. İsmail’in evlâtlarından geldiği sabitti. Bu bakımdan, onlar Peygamberzâde, pirzâde sayılırlardı. Ayrıca, Kusayy bin Kitab’ın akıllı ve basiretli çalışmaları sonucu Kureyş sülâlesi Mekke’ye yerleşip Kâbe’nin mütevellisi ve koruyucusu haline gelmişlerdi. Kâ’be’nin muhafızı ve bakıcısı olmak büyük bir şerefti ve bu sebeple Kureyşlilerin yıldızı günden güne parlamaya başlamıştı. Arabistan’ın en büyük ibadet yeri onların elinde idi ve Arap kabileleri arasında dinî lider durumuna yükselmişlerdi. Hac mevsiminde Kureyş kabilesinin üstlendiği çeşitli dinî görevler kendilerine ayrı bir önem ve avantaj kazandırıyordu. Hac zamanında Arabistan’ın dört bir yanından gelen kabileler ister istemez Kureyşlilerle tanışma ve haşır-neşir olma fırsatını bulurlardı. Böylece, Kureyşlilerin tanımadığı veya iyi ilişkiler içinde bulunmadığı bir Arap kabilesi yoktu. İlişkilerin böylesine gelişmesinden yararlanan Kureyşliler ticarete ve işe alıldılar. Bizans ile İran imparatorlukları arasındaki çekişme ve sürtüşme ekmeklerine yağ sürdü. O dönemin uluslararası ticaretinde önemli bir rol oynamaya başladılar. O devirde, Roma, Yunanistan, Bizans, Mısır ve Suriye’nin Çin, Hindistan, Endonezya ve Doğu Afrika ile olan bütün ticari bağlantıları İran tarafından engelleniyordu. Kala kala Kızıldeniz ticaret yolu kalmıştı; ama bu ticaret yolu da İran’ın Yemen’i ele geçirmesiyle kapanmış oldu. Bu durumda Arap’ların aracılığına büyük ihtiyaç vardı. Arap’ların bir yandan Bizans imparatorluğundan malları alıp Basra Körfezine ve Arap Denizine ulaşmaları ve diğer yandan, bu limanlar kanalıyla, Doğu ülkelerinden gelen mallan alıp Bizans imparatorluğuna götürmeleri ve yetiştirmeleri isteniyordu. Bu ihtiyaca cevap veren Arap tüccarları, özellikle Kureyşliler, kısa zaman içinde Mekke’yi önemli bir ticaret merkezine dönüştürdüler. Arabistan’da o dönemde anarşi, korsanlık ve soygunculuk her tarafa hâkimdi. Ticari kafilelerin yolları kesilir ve haydutlar ile korsanlar bütün mal ve mülkü alıp götürürlerdi. Ayrıca tüccarları acımadan öldürürlerdi. Fakat Kureyş sülâlesi bütün Arabistan’da sevgi ve saygı gördüğü için, onların yönetiminde veya himayesindeki ticari kafileler her tarafa korkusuzca gidebiliyorlardı. Durumu daha da garantiye almak amacıyla Kureyşli tüccarlar, kafilelerinin geçtiği bütün ana yollarda ve kavşaklarda bulunan kabileler ile anlaşmalar imzalamışlardı. Bu anlaşmalara göre ilgili kabileler ticari kafilelere dokunmazlardı ve bunun karşılığında ticaret payı ve komisyonlar ile hediyeler alırlardı. Kureyşliler ayrıca, borçlar vererek faiz alıyorlardı ve bu şekilde pek çok Arap kabilesini kendilerine bağlamışlardı.
Bu ortamda Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın yeni bir din ve dava ile ortaya çıkması Kureyşlileri dinî açıdan tabii ki hayli kızdırdı ve sinirlendirdi. Onlar atalarının din ve inançlarını terk etmek istemiyorlardı. Fakat onları asıl kızdıran ve çileden çıkaran şey, onların ekonomik ve sosyal çıkarlarına yönelik tehdid idi. Yeni dinin onların ekonomik ve ticari çıkarlarını ne büyük ölçüde zedeleyeceğini sezmekte gecikmediler. Arap’lar ve özellikle Kureyşliler, şirk aleyhinde ve Tevhid lehindeki delillerin ne kadar sağlam ve inandırıcı olduğunu çok iyi biliyorlardı. Ama bu deliller ne kadar kuvvetli ve inandırıcı olursa olsun, yeni daveti ve İslâmiyet’i kabul etmeleri, kendi ölüm fermanlarına imza atmaları demekti, İslamiyet’i kabul etmeleri halinde her şeyin tersine döneceğinden korkuyorlardı. Ka’be ve puthanenin ayakta kalmasının gerekçesi ortadan kalkınca Kureyş’in dinî imtiyazları mütevelli ve koruyucu vazifesi, üstünlüğü, itibarı, önderliği, ve mali menfaatleri de ortadan kalkacaktı. Bununla birlikte, ticaretteki merkezi rolü de zedelenmiş olacaktı. Ticarî kafilelerinin emniyet içinde geçmeleri için çeşitli Arap kabileleriyle vardıkları sözleşmelere son verilecekti. Toplumdaki üstün mevkileri ve liderlik durumları da sarsılmış olacaktı. Kısacası, maddi ve ekonomik zenginlik ve refah dönemleri sona ermiş olacaktı. Dahası, belki de Mekke’yi, hatta kendi ev ve barklarını bile terk etmeleri gerekebilirdi. İşte Kureyşliler buna hiç razı değillerdi.
Ne var ki, onların bu kuşku ve kaygıları yersizdi ve onlar boş yere kendilerini helâk ediyorlardı. Düşüncelerindeki bu sakatlık maddeci ve dünyacı oluşlarından ileri geliyordu. Rasûlullah (a.s.) diyordu ki, “bakın ey Kureyşliler, size sunmakta olduğum kelimeyi okur ve davetimi kabul ederseniz, dünyalar sizin olacaktır. Arap ile Acem, Doğu ile Batı, hepsi sizin olacaktır.” Fakat bu hayat müjdesi Kureyşlilere ölüm fermanı gibi geliyordu. Onlar, İslamiyet’i kabul etmeleri halinde, Arabistan ile İran şöyle dursun, o sırada sahip oldukları servet, şöhret ve şerefi de kaybedeceklerini sanıyorlardı. Hak dinini kabul eder etmez kendilerine bir âfet geleceğini, bir felâkete uğrayacaklarını, evlerinden ve yurtlarından olacaklarını düşünüyorlardı. Halbuki, sadece birkaç yıl sonra, İslâmiyet Arabistan’da iyice kökleşip yayılınca müslümanlar muazzam bir devlete ve hükümete kavuştular. Bütün Arabistan bu devletin bayrağı altında birleşerek her alanda büyük hamleler yapmaya ve müslümanlar ülkeler fethetmeye başladılar. Kureyşlilerin aynı kuşağı henüz hayatta iken, İran, Irak, Suriye ve Mısır gibi kuvvetli ve muhteşem devlet ve imparatorluklar müslümanlara tâbi oldular ve Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek sözlerini söylemesinden sonra bir yüzyıl bile geçmemişti ki, yine Kureyş hanedanına bağlı halifeler Hindistan’dan İspanya’ya ve Kafkasya’dan Yemen sahillerine kadar dünyanın önemli bir bölgesine hâkim oldular.
25.1.4. Kureyşlilerin Kuşkularını Ortadan Kaldırmak Amacıyla Kur’ân-ı Kerim’in Verdiği Cevaplar
Kur’ân-ı Kerîm’in Kasas sûresinde Kureyşlilerin bu kuşku ve kaygısına çok etkileyici bir cevap verilmiştir.
“Biz onları, tarafımızdan rızık olarak, her şeyin mahsûllerinin toplanacağı emin bir haremde yerleştirmedik mi? Lâkin, onların çoğu bunu bilmezler.” (Kasas; 57)
Bu, Allah tarafından, Kureyşlilerin ilk özür ve bahanesine verilen bir cevaptır. Burada bahsedilen harem, Kâbe’dir. Allahu Teâlâ demek istiyor ki, “ey Ehl-i Kureyş, Kâ’be’nin emniyeti, merkeziyeti ve dinî itibarı yüzünden Mekke gibi verimsiz ve çorak bir araziye paralar su gibi akıyor. Dünyanın dört bucağından ticaret mallan ve bunlardan elde edilen gelirler buraya geliyor ve toplanıyor. Ka’be ve Mekke’nin bu duruma gelmesi sizin marifetleriniz sayesinde mi olmuştur? Tabii ki hayır. Bundan 2500 yıl önce Allah’ın bir kulu, karısı ve küçük bebeğiyle beraber, kupkuru dağlarla çevrili olan bu çorak vadiye gelmiş ve taşları taşlar üstüne koyarak bir ev yapmıştı. Daha sonra bunun Allah’ın evi olduğunu ilân etmiş ve insanların buraya gelip hac ve tavaf etmeleri için Rabbine yalvarmıştı. Bu Allah’ın bereketi ve şânı değilse nedir? Aradan 25 asır geçmesine rağmen bu ev hâlâ Arap’ların kutsal yeri olma hüviyetini muhafaza etmektedir. Bütün ülkede kan gövdeyi götürürken tek emin yer işte burasıdır. Herkesin ibadet ettiği ve hürmet ettiği yer burasıdır. Her sene binlerce insan buraya gelip hac eder. İşte bu evin mütevelliliği sayesinde siz de Arap kabilelerinin reis ve liderleri haline gelmişsinizdir. Para ve refah içinde yüzüyorsunuz. Dünya ticaretinde önemli bir rol oynuyorsunuz, işiniz iyidir. Bütün bunları kimin sayesinde elde ettiniz? Siz, Allah’ın dinine, O’nun mesajına karşı çıkarak ve gösterdiği yoldan ayrılarak kısacası, O’nun nimetlerini inkâr ederek refah ve mutluluk içinde yaşamaya devam edeceğinizi mi sanıyorsunuz?” Daha sonra şöyle buyurdu.
“Biz, geçimi ile şımarıp azmış nice memleket halkını helâk ettik. İşte onların meskenleri. Onlardan pek azı iskân edilmiştir. Onların mal ve memleketlerine biz vâris olduk.” (Kasas; 58)
Bu, müşriklerin bahanesine verilen ikinci cevaptır. Burada denilmek isteniyor ki, zenginlik ve refah gelip geçici şeylerdir. Bunlar elden gidecek diye Hak dinine yaklaşmak istemeyen Kureyşliler Âd, Semûd, Sabâ (Sebe’), Medyen ve Lût kavimlerinin ibret verici sonlarından ders almalıdırlar. Zira, isimleri sayılan bu kavimler de bir zamanlar şan-şöhret, servet ve refaha, kısacası, istedikleri her şeye sahiptiler. Ama bunlar, Allah’ın gazabı ve azabından kurtulmalarına yetti mi? Servet, refah ve yüksek hayat seviyesi insanların nihaî hedefi olmamalıdır. İnsanlar bunlar için helâl ve haram arasındaki farkı unutmamalıdır, Hak’tan kaçıp batıla sarılmamalı-dır. Bundan sonra kendilerine şöyle hitap edildi.
“Senin Rabbin, memleketlerin merkezlerine, onlara ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe o memleketleri helâk edici değildir. Biz, halkı zâlim olan memleketlerden başkasını helâk edici değiliz.” (Kasas; 59)
Bu, Kureyşlilerin itirazına üçüncü cevaptı. Burada denilmek isteniyor ki, geçmiş devirlerde mahv ve helâk olunan uluslar baskı ve zulüm uyguluyorlardı. Onların kötü gidişatına “dur” demek amacıyla Allah’tan ikaz eden ve kötü akıbetlerinden haber veren peygamberler geldi. Ama onlar söz dinlemediler ve korkunç bir akıbete uğradılar. Onlar gibi Kureyşliler de tavır ve davranışlarını değiştirmez ve doğru yola girmezlerse sonları acı olacaktır. Kendilerini uyarmak ve hidâyete götürmek üzere bir peygamber gelmiştir. Eğer bu peygamberin dediklerini yapmaz ve sadece kendi maddi menfaat ve refahlarını düşünürlerse onların sonu da geçmişin kavimlerinden farklı olmayacaktır. Kısacası, sonları iman ve inançtan değil, küfür ve dalâletten dolayı kötü olacaktır.
“Size verilen her şey dünya hayatının metaı ve ziynetidir. Allah’ın nezdinde olan şeyler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Akıllanmayacak mısınız? Kendisine herhalde mülaki olacağı güzel bir vaad ile söz verdiğimiz kimse, dünya hayatının zevkini kendisine tattırdığımız, sonra da kıyamet gününde azab için huzurumuza getirilmiş olan kimse gibi midir?” (Kasas; 60-61)
Bu, Kureyşli müşriklerin itirazına dördüncü cevaptı. Allah’ın, Kureyşlilere verdiği bu cevabı iyice kavrayabilmemiz için şu iki noktayı aklımızdan çıkarmamalıyız:
Birincisi, insanların dünyadaki yaşantısı pek uzun sayılmaz, İnsanlar ancak birkaç yıl için dünyaya gelir, sonra da göçüp giderler. Bu, geçici bir yolculuktur. Onların daimi ve ebedi hayatı öbür dünyadadır. Orada sonsuza dek yaşayacaklardır. O halde, dünyadaki geçici devrede İnsanlar ne kadar para, pul ve servet kazanırlarsa kazansınlar ve ne kadar bolluk ve refah içinde yaşarlarsa yaşasınlar, bir gün mutlaka öleceklerdir. Bütün mal ve mülklerini geride bırakıp gideceklerdir. Bu sebeple, akıllı bir insan, dünyadaki bu geçici refah ve mutluluğa ahiretteki rahat ve huzuru tercih eder. İnsan, ömründe, dünyadaki sıkıntı ve güçlüklere katlansa da öbür dünyada sonsuza kadar bolluk ve mutluluk içinde yaşayabilir.
İkincisi, gerçekler her ne kadar yukarıda belirttiğimiz gibi olsa da, Hak dini, insanlardan dünya nimetlerini durup dururken terk etmelerini istemez. İslam, insanların sahip olabilecekleri veya oldukları imkân, servet ve bolluğu ellerinin tersiyle itmesini talep etmez. İslam, sadece insanların akıllı davranmalarını, dünyanın cazibesine kapılıp âhireti unutmamalarını, nihaî gayelerinin bu dünya değil, öbür dünya için hazırlık yapmaları olduğunu vurgulamak ister. Dinimiz, bu dünyanın fâni ve geçici, halbuki öbür dünyanın kalıcı ve daimi olduğuna işaret ederek âhiretteki rahat ve huzuru düşünmemizi tavsiye eder. Fakat, mesele dünya ile âhiret arasında bir seçim yapmak ise, o zaman insanların kendi sağduyularına dayanarak âhireti seçmelerini talep eder.
Bu iki noktayı gözümüzün önünde bulundurarak yukarıdaki ayetlerde Allah’ın Mekkeli kâfirlere ne demek istediğine dikkat etmeliyiz. Cenâb-ı Allah, Kureyşlilerin kendi ticaretlerine ve işlerine son vermelerini veya Peygamber Hazretlerinin (a.s.) sözlerine uyarak fakirlik ve sefalete itilmelerini istemiyor. Allah sadece şunu demek istiyor. Sizin uğrunda deli divâne olduğunuz dünya nimetleri ve zenginlikler, âhiretin nimetleri yanında birer hiçtirler. Ahiretteki nimetler, dünyadakiler gibi ne geçicidir ne de nitelik bakımından az veya kötüdür. Böyle bir durumda, yalnızca dünyevi ve geçici nimetlere kanarak kalıcı nimetleri reddetmek akılsızlık değilse nedir? Siz kendiniz karar verin; dünyada Allah’ın ve Peygamber (a.s.)’in sözlerini dinleyip biraz sıkıntı çekmek mi daha iyidir, yoksa mahşerde suçlu olarak Allah’ın karşısına çıkmak ve kalıcı nimetlerden uzun süre mahrum kalma cezasına çarptırılmak mı? Daha sonra şöyle denilmiştir.
“Kıyamet günü, Allah onlara nida edip, ‘bana şerik olduklarım zannettikleriniz nerede?’ buyuracak.” (Kasas; 62)
Kur’ân-ı Kerîm’in bu sözleri de dördüncü itiraza verilen cevap ile ilgilidir. Burada, sadece dünyevî çıkar ve rahatlıklar uğruna doğru yolu kabul etmeyenlerin, şirk ve küfürlerinde ısrar edenlerin, öbür dünyadaki daimi ve ebedi hayat sırasında ne kadar zor duruma düşecekleri anlatılmıştır.
25.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBERLİĞİNE İNANMAYA DAVET
İslâmî davetin ikinci önemli noktası risâlet (peygamberlik)’e imandı. İnsanların, Allah’ı tek ve rakipsiz mabud ve hâkim olarak tanımalarından sonra, peygamberleri Allah’ın habercileri ve rasûlleri olarak kabul etmeleri istendi. Allah’ın, insanlara hidâyet yolunu göstermek, emir vermek, bazı yasaklar getirmek ve ibadet şeklini öğretmek maksadıyla güvenilir ve meşrû mesajcı veya tebliğci olarak peygamberleri seçtiği belirtildi. Allah ayrıca peygamberleriyle, insanlara akide, inanç ve ahlâk kurallarını, helâl ve haram arasındaki farkları ve insan hayatında uyulması gereken ilâhi kanunları da gönderdi. Bu bakımdan insanların Allah’tan sonra peygamberlere de iman etmeleri istendi. Peygamberleri Allah’ın temsilcileri olarak kabul etmeleri, diğer bütün hâkim ve liderlerin peşini bırakıp peygamberleri örnek almaları, getirdikleri emir ve telkinlere uymaları istendi. Bu suretle, İslâm dini, Tevhîd veya Allah’ın bir oluşunu insanlara kabul ettirdikten sonra, insan hayatında yapmak istediği büyük devrimin ameli yanı olan risâlete de iman edilmesini istedi. Zira, Tevhid’i kabul ettikten sonra, insan yalnızca Allah’a ibadet etmeyi ve gösterdiği yolu takip etmeyi taahhüt etmiyor, ayrıca, bu işin nasıl gerçekleşeceğini de düşünmüş oluyor. İnsan, bu noktada Allah’a itaat ve ibadetin gerçek ve makbul olan şeklinin ne olduğunu düşünmeye başlıyor. İşte bu anda insanlara pratik yollar göstermek gayesiyle peygamberler gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığına göre, bu işin pratik yönü risâlet veya peygamberliktir. Allah’a itaat etmek isteyenlerin, peygamberlerin söz ve hareketlerine uymalarından başka çareleri yoktur. Allah’ın bütün emir ve hükümleri, peygamberler yoluyla insanlara ulaşır. Akide ve inanç, evham ve kavramlar, din ve mezhepler, kanun ve adalet, gelenek ve görenek, ideoloji ve ideolojisizlik arasında bölünen insanlık bir noktada birleşerek tek bir kaynaktan hidayet alır. Böylece, İslâmî davetin nihaî hedefi olan din’in kurulması için zemin hazırlanmış olur.
Kur’ân-ı Kerîm bu konuyla ilgili öğretilerini şöyle ele alarak meseleyi daha iyi kavramış olacağız:
25.2.1. Dünyanın Kuruluşu Sırasında Peygamberlerin Meb’us Edilişi
Risâlet veya nübüvvetle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan ilk şey, Âdem oğullarının, yaratıldıkları ve dünyanın kurulduğu sırada Allah’ın hidâyetinin kendilerine peygamberler aracılığıyla geleceği konusunda uyarılmalarıdır.
“Ey Adem oğulları, size içinizden ayetlerimi anlatan peygamber geldiğinde ittikâ edip ıslah-ı hal edenlere korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar. Ayetlerimizi tekzip edip onları kabulden kibredenler orada ebedi kalmak üzere cehennem ehlidirler.” (A’raf; 35-36)
25.2.2. Peygamberlere İman Etmenin, Servet ve Refah İle İlgisi
Aynı mevzuya, Hz. Adem ile Havva (a.s.)’nın dünyaya indirilişleri ile ilgili hikâyenin anlatıldığı Bakara süresinin 38-39 ve Tâhâ suresinin 123-124, ayetlerinde de temas edilmiştir. Bu ayetlerde, peygamberlerin, sadece insanların hidayeti için dünyaya gönderildiğinden bahsedilmemiş, ayrıca insanların dünyada ve âhirette kazançlı veya zararlı çıkmalarına sebep olacakları da anlatılmıştır. Peygamber veya rasûllerin vaaz ve telkinlerine uyarak ıslâh olup takva sahibi olanlar hem kazançlı çıkacak, hem de mutluluğu bulacaklardır. Ama peygamberlerin sözlerini dinlemeyenler hem dünyada cezasını çekecekler hem de öbür dünyada cehennemde yanacaklardır. Nitekim, pek çok ayetlerde peygamberlerin vaaz ve ikazlarına kulak asmayanların korkunç bir akıbete uğradıkları ifade edilmiştir.
“Onlar yeryüzünde seyahat etmediler mi? Ki, kendilerinden evvelkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar. Onlar kuvvetçe ve yeryüzünü imarda bunlardan daha üstündürler. Allah, onları günahları yüzünden helâk etti. Onları Allah (ın azabından) koruyan olmadı. Çünkü onlara peygamberleri Mu’cizelerle gelir, onlar da küfrederlerdi. Allah da onları helâk etti. Muhakkak ki, O Kavi ve Şedidu’l-İkâb’dır.” (Mü’min; 21-22)
Hemen hemen aynı ifade, Fâtır sûresi (âyet; 25-26) ve Teğâbûn sûresi (âyet; 5-6)nde kullanılmıştır. Aslında Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerinin sözlerini dinlemeyerek Allah’ın azabına uğrayan ve helâk olan birçok milletin kıssalarıyla doludur.
Ayrıca, âhiretten bahsedilirken Allah’ın yüce mahkemesinde sorgu ve sualin peygamberle ilgili olacağı belirtilmiştir, ilâhi mahkemede suçlu ve sapık insanlara şöyle bir soru sorulacaktır: “Ak ile karayı, Hak ile Batılı ve doğru ile yanlışı ayırt edebilmeniz için size Allah’ın peygamberleri gönderilmişti. O peygamberler vazifesini yerine getirdiler. Size iyiyi, doğruyu öğrettiler, ayrıca küfür ve şirkin sonucunun ne kadar kötü olacağını da anlattılar. Ama siz onların sözlerini dinlemediniz. Artık siz Cehennem’in azabına lâyıksınız.”
“Biz, Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi Sana da vahyettik… Ve bundan evvel sana hikâye eylediğimiz Rasûllere ve kıssalarını sana nakletmediğimiz peygamberlere de vahyettik. O peygamberlerden sonra İnsanlar için Allah üzerine bir bahaneleri kalmasın diye müjdeleyici ve korkutucu Rasûller gönderdik…” (Nisa; 163-165)
Yani, bütün bu peygamberlerin vazifesi, kendilerine iman eden ve Allah’ın emrine uyanlara refah ve saadeti müjdelemek ve kendilerine İman etmeyip kötülük ve günahlarında ısrar edenleri ikaz etmek ve korkutmaktı. Allah’ın, bu peygamberleri dünyaya göndermesinin gayesi, son hüccetini insanlara sunmaktı. Böylece, son mahkemede kimse “ne yapayım, bana yol gösteren gelmedi, ben kimi örnek alabilirim?” diye bahanede bulunamaz.
Kur’ân-ı Kerîm’de âhiretten bahsedilirken, risâlete iman etmeyenlerin ve peygamberleri reddedenlerin, -amelleri ne kadar iyi olursa olsun- boş olacağı kaydedilmiştir. Böylece, ahirette mahkemeleri tamamlandıktan sonra Cehennem’e gönderilecek olan sapık ve suçlu kişilere şöyle denilecektir: “işte, size rasûller vasıtasıyla Allah’ın son hücceti ve ikazı yapılmıştı, ama siz bunları dinlemediniz. Şimdi çekin cezanızı.”
“Muhakkak, kendilerine hidâyet besbelli olduktan sonra, küfredip, Allah yolundan sapanlar ve peygamberi gücendirenler, Allah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, onların amellerini boşa çıkarır.” (Muhammed; 32)
Tam bu sırada, Cenab-ı Allah kendilerine şöyle seslenecektir:
” ‘Ey cin ve ins cemaati, size, sizden ayetlerimi nakleden, bu güne kavuşmakla sizi inzar ile haber veren peygamberler gelmedi mi?’ buyurulur. Onlar da, ‘biz nefislerimiz aleyhine şehâdet ederiz’ derler. Onları dünya hayatı aldatmıştı. Kendi aleyhlerine olarak kâfir olduklarına şehâdet ederler. Rabbin, halkı gafil iken memleketleri zulüm ile helâk edici olmadığından, evvelce rasûller gönderir.” (En’am; 130-131)
“Cehennem, kâfirlere olan gayızdan parçalanmak derecesine gelir. Oraya her güruh atıldığında cehennemin bekçileri onlara, ‘size nezir (azab ile korkutan bir peygamber) gelmedi mi?’ diye sorarlar. Onlar da, ‘evet, bize nezir geldi. Fakat onu tekzip ettik. Ve ‘eğer onların sözünü işitip aklımızı kullansaydık, Cehennem ehli içinde bulunmazdık’ derler. Böylece, günahlarını itiraf ederler. Allah’ın rahmetinden uzaklık, cehennem ehline olsun.” (Mülk; 8-11)
Hemen hemen aynı konu Zümer sûresi (âyet; 71-72)nde de işlenmiştir. Demek ki, İslâm’da risâlet veya peygamberliğe iman etmek büyük önem taşımaktadır. O kadar ki, dünyada ve âhirette rahat, huzur, mükâfat ve ceza buna bağlıdır.
25.2.3. Her Millete Peygamberler Geldi ve Hepsinin Dâveti Aynıydı
Kur’ân-ı Kerîm’de dünyanın kuruluşundan beri hemen bütün milletlere peygamberlerin geldiği ve hepsinin dininin, dâvetinin ve mesajının aynı olduğu açıklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu peygamberlerin meb’us olmalarının sebebinin, gayesinin ve çağrılarının da aynı olduğu kaydedilmiştir. Bütün peygamberler Tek Allah’a itaat edilmesini istemişlerdir:
“Hiçbir ümmet gelip geçmemiştir ki, ona bir korkutucu gelmiş olmasın.” (Fâtır; 24)
“Her kavmin de bir hidâyet rehberi vardır.” (Ra’d; 7)
“Biz, hiçbir memleketi, kendisine inzar edici (peygamber) göndermedikçe helâk etmedik.” (Şuara; 108)
“And olsun biz her ümmete, ‘Allah’a ibadet edin ve Tağut’a tapmaktan sakının diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl; 36)
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Nuh (a.s.)’tan Hz. Îsa (a.s.)’ya kadar birçok peygamberlerin adı anılarak, hepsinin kendi ümmetlerine şöyle seslendiği kaydedilmiştir; “Allah’tan korkup bana itaat edin.” (Bk: Âl-i İmran; 50, Şuara; 108, 110,126,131, 143, 163,179, Zuhruf; 63, Nuh; 3)
Kur’ân-ı Kerîm’de daha sonra, peygamberlerin bi’seti (meb’us olmasının)’nin maksad ve gayesi dile getirilmiştir:
“And olsun ki, biz peygamberlerimizi apaçık emirlerle gönderdik. Ve onlarla birlikte kitap ve İnsanlar aralarında adaleti icra etsinler diye mizanı indirdik.” (Hadîd; 25)
Bu ayetin özü, “adaleti icra etsinler” deyimidir ve bu deyim, kilit önem taşımaktadır. Peygamberlerin dünyaya gönderilmesinin başlıca amacı, her alanda ve her bakımdan adaleti tesis etmekti. Bu adalet bir insanın bizzat kendi kişiliğinde olmalıdır. Bir kul, Allah’a karşı adaletli davranmalıdır. İnsanlar, İnsanlar arasında adaleti icra etmelidir. Toplumda adalet, ticarette ve alışverişte adalet, kültür ve medeniyette adalet, devlet ve hükümette adalet, adlî kuruluşlarda adalet, uluslararası ilişkilerde adalet, kısacası, bütün bireysel ve toplumsal ilişkilerde adalet kurulmalıdır.
25.2.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliği (Risâleti)
Nübüvvet veya peygamberliğin mahiyeti, şekli ve mefhumu anlatıldıktan ve peygamberlerin tarihine değinildikten sonra, önce Kureyş’in, daha sonra Arap’ların ve nihayet bütün insanların dikkati Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın durumuna çevrildi ve kendisinin de geçmişteki peygamberler gibi bir peygamber olduğu ifade edildi. Hz. Muhammed (a.s.), dünyanın kuruluşu ve insanların yaratılışından beri dünyaya gönderilmekte olan din ve davetle gelmişti. Hz. Peygamber (a.s.) bu dini her türlü tevil ve karmaşık vehametlerden arındırarak temiz bir şekilde dünyaya sunmuştu. O’nun vaaz ettiği ve öğrettiği din, şeriat, kanun ve kurallar, kendisinin yarattığı değil, Allah’ın gönderdiği kanun ve kurallardı. Başka bir deyimle, Hz. Muhammed (a.s.)’e itaat, Allah’a itaat, Hz. Muhammed (a.s.)’e itaatsızlık, Allah’a itaatsızlık demekti. Yani, insanların sadece Hz. Muhammed (a.s.)’i Allah’ın peygamberi olarak tanımaları yeterli değildi; onların her şeye ve herkese bağlılıklarını terk edip Tek Allah’a ve peygambere itaat etmeleri gerekiyordu.
Aşağıdaki ayetleri ve bunların anlamını uzun uzadıya açıklamadan önce şunu hemen belirtelim ki, Arap’lar çoktandır bir peygamberin özlemini çekiyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.) henüz doğmamışken, Araplar çevrelerine şöyle bir göz atıyor ve Yahudiler ile Hıristiyanların ve diğer bazı dini grupların ahlakî bozukluklarını, kötülüklerini gördükten sonra içlerini çekiyor ve “keşke bize bunlar gibi Allah’ın hidâyeti, peygamberi ve kitabı gelseydi; güzel ve iyi bir ümmetin nasıl olduğunu onlara gösterirdik” diyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm, Arap müşriklerinin aynen böyle dediklerini belirtmiştir. Eğer bir vak’a yanlış olsaydı, Arap’lar her halde, bu sözleri sessizce kabul etmeyeceklerdi.
“Müşrikler, eğer kendilerine bir peygamber gelirse dünyadaki ümmetlerin en ziyade hidâyet bulanı olacaklarına, Allah ile kuvvetli yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine bir peygamber geldiğinde bu, onlarda ancak nefret ve fitnelerini artırdı. Çünkü (onlar) yerde büyüklenmek, fena hileler kurmak (arzu ediyorlardı). Kötü hile ancak sahibine ulaşır.” (Fâtır; 42-43)
(Müşrikler) şöyle söylüyorlardı: ‘Eğer bizim yanımızda evvelki kavimler gibi bir kitabımız olsaydı. Biz de herhalde Allah’ın muhlis kullarından olurduk.’ Kendilerine gelen kitabı inkâr ettiler. Bunun akıbetini yakında bilecekler.” (Sâffât; 167-170)
Demek ki, Arap’lar dört gözle bir peygamberi bekliyorlardı, ama bu peygamber kendilerine Allah’ın büyük bir lütfu ve inayeti olarak gelince buna muhalefet etmeye ve karşı koymaya başladılar.
Bu gerçekleri aklınızda tutun ve Furkân-ı Hamîd olan Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğini nasıl tarif ettiğine ve dünyaya nasıl sunduğuna bir göz atın.
“Yâsin, Hikmet dolu Kur’an hakkı için, (Habibim) Sen gönderilen peygamberlerdensin.” (Yâsin; 1-4)
Burada denilmek isteniyor ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in de diğer peygamberlerden biri olduğunda hiçbir şüphe yoktur; çünkü bunun isbatı, hikmet, mantık ve zekâ dolu bir Kitab’ı dünyaya sunmasıdır.
“Şehirlerin anası (Mekke) halkını ve etrafında olanları azab ile korkutma için, sana Arapça Kur’ân-ı vahy ettik.” (Şura; 7)
“Furkan (Kur’ân-ı)’ı, âlemlerin bir korkutucusu olsun diye kuluna indiren Allah’ın şanı ne yücedir.” (Furkan; 1)
“De ki: ‘Ey İnsanlar, şüphesiz ben sizin, göklerin ve yerin sahibi olan ve kendisinden başka ilâh olmayan, hem diriltip hem de öldüren Allah’ın Rasûlüyüm.”
(A’raf; 158)
“Biz, Nuh’a ve O’ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik, İbrahim’e, İsmail’e, İshâk’a, Yakûb’a ve evlâtlarına Îsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyeyledik. Ve Davud’a Zebur’u verdik.” (Nisa; 163)
25.2.5. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Gayesi
Hz. Muhammed (a.s.)’in bi’setinin maksadı ve gayesi, diğer peygamberlerin bi’setinin maksadından pek farklı değildi, ki bu konuyu Hadid sûresinin ilgili ayetinin tercümesini sunarken size anlattık. Fakat, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğe getirilişinin bazı önemli sebepleri ve gayeleri olduğuna da işaret etmiştir. Biz bunları burada sıralıyoruz:
a) Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) bir tek millete, bir tek ülkeye, bir tek devir için peygamber olarak gönderilmemişti; aksine bütün insanlara, bütün ülkeler için kıyamete kadar peygamber olarak meb’us olunmuştu.
“Ve bana kendisi ile sizi ve her işiteni inzar etmek için bu Kur’an vahyolundu.” (En’am; 19)
b) Hz. Muhammed (a.s.) kendisinden önceki peygamberlerin öğretilerini tekzib edici değil tasdik ediciydi. Hz. Peygamber (a.s.), her türlü değişikliklerden arınmış, temiz ve pâk bir dini insanlara iletmekle vazifelen-dirilmişti ve kendisi, dünyanın kuruluşu ve insanların doğuşundan beri Allah’ın insanlara göndermek istediği en doğru ve en gerçek dini dünyaya getirmişti. Şu ayetlere bakın.
“Doğrusu (o, şair ve mecnun değildir). Bilâkis o, hakkı getirmiş ve bütün peygamberleri tasdik etmiştir.” (Sâffât; 37)
“Bu Kur’ân Allah’ındır. O’ndan başkasına nispet edilemez. Velâkin o, kendinden evvel gelen kitapları tasdik ve tafsil eder. Ve Rabbul Âlemin tarafından olduğuna şüphe olmayan Kur’an’dır.” (Yunus; 37)
“Kitapları tafsil eder”in anlamı şudur. Geçmişte peygamberlere ne kadar kitap inmişse, onların ihtiva ettiği bütün vaaz, hidâyet, talimat ve kurallar Kur’an-ı Kerim’de vardır. Hem de bütün tafsilatıyla vardır. Kur’an-ı Kerim’de ayrıca, geçmişteki ilâhi kelâmın varislerinin, sahip bulundukları din ve ilâhi emirlerde hayli tahrifât yaptıkları, bunlara bazı ilâvelerde bulundukları ve bunlardan bazı şeyleri çıkardıkları da kaydedilmiştir. Bu mukaddes kitapta, eski kavim ve ümmetlerin, kendilerine göre şeriat geliştirdikleri ve helâl’i haram, haramı da helâl ettiklerine işaret edilmiştir.
“Elleri ile Kitabı yazıp sonra, onunla değersiz şeyleri satın almak için, ‘bu Allah tarafındandır’ diyenlere, elleri ile yazdıkları ve bundan kazandıkları şeyler için onlara azap vardır.” (Bakara; 79)
“Onlardan bazıları vardır ki, sözlerini kitaptan zannettirmek için dillerini eğip bükerler. Halbuki, o kitaptan değildir. Allah tarafından olmadığı halde, Allah’tandır derler. Ve bile bile Allah üzerine yalan söylerler.” (Âl-i İmran; 78)
İşte bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) tahrif edilmemiş ve hiçbir değişikliğe uğramamış hâlis ve temiz bir din yaymakla görevlendirilmiştir. Hz. Muhammed (a.s.), Allah’ın dediklerini aynen söylemek ve iletmekle mükellef kılınmıştır ve O, helâli haram, haramı da helâl yapamaz.
“Kendilerine hak ve batılı ayıran bir hüccet gelinceye kadar ehli kitaptan ve müşriklerden küfredenler (dinlerinden) ayrılacak değillerdir. O hüccet, Allah’tan bir peygamberdir ki, pâk ve temiz sayfalan okur. O sahifelerde doğru yazılmış kitaplar vardır.” Beyyine; 1-3)
“O peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder. Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder, onların sırtlarındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar. O peygamberlere inanıp O’na saygı gösteren, yardım eden, O’nunla birlikte gönderilen nura uyanlar yok mu. Felah bulanlar onlardır.” (A’raf; 157)
c) Hz. Muhammed (a.s.)’e, sadece Allah tarafından gelen vahyi insanlara iletme görevi verilmemiştir, aksine bu vahyi açıklama, yorumlama ve örneklerle gösterme sorumluluğu da verilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.), Allah’tan gelen vahiylere göre dini akide, inanç, kanun ve kuralları halka açıklamak ve bunları gerek sözleri ve gerekse fiilleriyle göstermekle yükümlüdür. Hz. Peygamber (a.s.) insanların ve ümmetinin hocası, öğretmeni ve uygulayıcısıdır.
“Onun toplanması ve onu okutmak bize aittir. Sana vahiy ile kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir.” (Kıyâme; 17-19)
“Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi açıklayasın diye Kur’an’ı indirdik. Olur ki iyice düşünürler.” (Nahl; 44)
“Ümmiler içinde, onlara, kendilerinden ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamberi gönderen O’dur. Halbuki, bundan önce onlar apaçık bir dalâletle idiler.” (Cum’a; 2)
“Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık ve beyan edici ayetleri indiren O’dur.” (Hadîd; 9)
25.2.6. Hak Dinini Diğer Bütün Nizamlara Galip Kılmak
d) Hz. Peygamber (a.s.)’in bi’setinin bir diğer gayesi de, Allah (cc.) tarafından getirdiği din ve hidâyeti, bütün hayat nizamına galip kılmaktır. Allah’ın nizam ve kanunu, her türlü nizam ve kanunlara hâkim ve üstün kılınmalıdır. Hz. Peygamber (a.s.) meb’us edilmesinin bir gayesi de budur. Tevbe ve Saf sûrelerinde şöyle buyurulmuştur: “O Allah, Rasûlünü hidâyetle, hak din ile -o dini bütün dinler[6] üzerine galip kılmak için-gönderendir. İsterse müşrikler hoş görmesin.” (Tevbe; 33). Aynı mevzuya Fetih sûresinde de değinilmiştir: “Peygamberlerini hidâyetle ve bütün dinler üzerine çıkarmak için hak din ile gönderen O’dur. Şâhidi olarak Allah kâfidir.” (Fetih; 28)
25.2.7. Hz. Muhammed’e İmân ve İtaat Etmek İçin Verilen İlâhî Emir
İşte yukarıda belirttiğimiz gaye ve hedeflerin gerçekleşmesi için insanların diğer peygamberler gibi, Hz. Muhammed (a.s.)’e de iman ve itaat etmeleri emrolunmuştur. Hz. Muhammed (a.s.)’e iman ve itaat Allah’a iman ve itaat manasına geldiği için her türlü sadakat ve bağlılıklara son vermeli ve her bakımdan Hz. Peygamber (a.s.)’e tabi olmalıyız.
“Allah’a, O’nun Rasûlüne ve indirdiğimiz nura iman edin. Allah, işlediğiniz şeylerden haberdardır.” (Teğâbûn; 8)
“Öyleyse, Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden ümmî Nebi olan Rasûlüne iman edin. Ve O’na tabi olun. Ta ki, hidayete ermiş olasınız.” (A’râf; 158)
“Size, Rabbinizden inzâl (indirilen) olunana tabi olun. Ondan başka dostlara uymayın.”[7] (Araf; 3)
“Biz, gönderdiğimiz peygamberi Allah’ın izni ile itaat olunsun diye gönderdik.”[8] (Nisa; 64)
“Kim peygambere itaat ederse muhakkak Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa; 80)
“Peygamber’in size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği şeyden de sakının.” (Haşr; 7)
“Allah’a ve Rasûlüne itaat eden ve Allah’tan korkup kendisinden ittika edenler feyz ve kurtuluşa erenlerdir.” (Nûr; 52)
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik hakları yoktur. Allah ve Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahzâb; 36)
“Kalbine, bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, hevesine uymuş ve işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme. Onun işi haktan yüz çevirmektir.” (Kehf; 28)
“Dinlerinde israf edenlerin (müşriklerin) emrine itaat etmeyin. O müfsidler yeryüzünde fesad çıkarırlar ve ıslâh etmezler.”[9] (Şuara; 151-152)
“De ki, ‘Allah’a ve Rasûle itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz kâfir olursunuz. Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran; 32)
Böylece, Hz. Muhammed (a.s.)’in risâletine iman edilmesi ve Hz. Peygamber (a.s.)’in verdiği vaaz, telkin ve talimata uyulması gereğine işaret edildikten sonra, gerçek ve en geçerli kanunun, Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla dünyaya gönderilmiş olan ilahî kanun olduğu da vurgulanmıştır. Bu konuda herhangi bir anlaşmazlığa yer verilmemelidir. Allah’ın kanununa uymayan bir kişi ancak cehalete ve Tağut’a itaat eder. Kanun ve nizam Allah’ın olduğuna göre, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu kanunların açıklanması ve uygulanması için tayin ettiği hâkimler de bu hususta son sözlerini buna göre söyleme hakkına sahiptirler. Allah’ın kanununa başka kimse müdahale edemez, bunda tahrif ve değişiklik yapamaz.
“Sonra (Ey Habibim), sende dinden bir şeriat üzerine görevli kıldık. Öyle ise ona tabi ol. Bilmeyenlerin arzu ve isteklerine tabi olma.” (Casiye; 18)
“Biz her ümmete bir şeriat tayin ettik. Onlar, bununla amel ederler. Bunun için din işinde seninle münazara etmesinler. Sen Rabbine dâvet et. Çünkü, sen gerçekten hidâyete götüren doğru bir yol üzerindesin.” (Hacc; 67)
“Allah’ın sana gösterdiği gibi, İnsanlar arasında hükmetmen için sana hak olarak Kitab’ı indirdik.” (Nisa; 105)
Kur’ân-ı Kerîm’de nerelerde insan toplumu için gerekli kaide ve kanunlardan söz edilmişse, oralarda “Hudûdullah” deyimi kullanılmıştır. Yani, bunlar Allahu Teâlâ’nın tayin ettiği sınırlardır ve bunların hiçbir şekilde aşılmaması gerekir. Bazı yerlerde bu hususta sert uyarılar yapılmış bazı yerlerde de bu sınırları aşanların zâlim olduğu kaydedilmiştir. Yine bazı yerlerde Allah’ın tayin ettiği hududu geçenlerin aslında kendilerine zulüm ettikleri ifade edilmiş, bazı yerlerde ise bu insanların cehennem ateşinde yanacağı ve büyük azaba uğrayacağı açıklanmıştır. (Bk: Bakara; 187, 229, 230, Nisa; 13, 14, Mücadele; 4, Talak; 1, Tevbe; 97). Bunlar, Allah’ın kanun ve nizamının ne kadar ehemmiyet taşıdığını ortaya koyuyor. Bu hususta İnsanlar şöyle uyarılmışlardır:
“Onlar Cahiliyyeti[10] hükmünü mü isterler? Kuvvetli bir şekilde
İman eden kavm için Allah’tan daha güzel hükmeden kimdir?” (Maide; 50)
“Tâğut’un[11] huzurunda muhakeme olunmayı isterler. Halbuki; onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları hidayetten çok uzak sapıklıkla yollarından şaşırtmak ister.” (Nisa; 60)
25.2.9. Din Konusunda Uzlaşma Olmaz
Rasûlullah (a.s.)’a sadakat ve itaatin tam olduğu hakkında kesin emirler verildikten sonra, Din-i İlâhî veya Din-i Hak konusunda ne herhangi bir taviz verilmesi ne de uzlaşmaya varılmasının mümkün olmadığı belirtilmiştir. İslâm’ın inanç, akide, kural, kanun ve felsefesinde, herhangi bir kimse için veya herhangi bir amaçla değişiklik yapılamayacağı kesin bir ifade ile ortaya konmuştur. Bu hususta en ufak bir taviz ve uzlaşma söz konusu değildir. İslâm dinini kabul etmek isteyen, onu Rasûlullah (a.s.)’ın getirdiği şekliyle ve tam olarak kabul etmelidir, istemeyen de bundan vazgeçmelidir. Bunu tanıyan ve kabul eden bunu kendi hayırı için yapacak, kabul etmeyen de kendi zararına yapacaktır. Allah’ın dininde anlaşma ve uzlaşma olamaz.
“O halde, tekzib edenlere itaat etme. Onlar isterler ki, sen onlara yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (Kalem; 8-9)
(Yani, İslâmı tebliğ etmek hususunda herhangi bir gevşeme söz konusu olamaz. Müşrikler istiyor ki, İslâmiyet’in bazı kuralları yumuşatılsın da kendileri sana muhalefeti hafifletsinler. Fakat, bu sadece bir bahanedir. Onların gerçekten İslâmiyet’i kabul edeceğine inanma. İslâmiyet’i kabul etmek istiyorlarsa, bütünüyle kabul etsinler).
“Âyetlerimiz kendilerine apaçık deliller olarak okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar ‘Bize bundan başka bir Kur’an getir. Veyahut, onu değiştir’ dediler.[12] De ki, ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim hakkım değildir. Ben, ancak bana vahyolunana tabi olurum. Eğer Rabbime âsi olursam büyük günün azabından korkarım.'” (Yunus; 5)
“De ki, ‘Hak Rabbinizden gelendir. Artık isteyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun.” (Kehf; 29)
“Ve Kur’an’ı okuyup (tebliğ ile) emrolundum. Doğru yolu bulan kendi faidesini bulmuş olur. Dalâlete düşene de deki: ‘Ben ancak inzar edenlerdenim.'” (Neml; 92)
25.2.10. Kureyşli Ve Arap Müşriklerin Tepkisi
Yukarıda verdiğimiz ayrıntılı bilgilerden anlaşılacağı gibi, İslâmi Davet’in ikinci maddesi, yani Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın peygamberliğinin tanınması ve akideler ile inançlardan başlayarak hayatın bütün alanlarında kendisine tam ve eksiksiz itaat edilmesi, İslâmiyet’in inançlar sisteminde büyük önem taşıyordu. Gerçek şu ki, bu noktayı iyice kavrayıp benimsemedikçe din fiilen tesis edilemezdi. Peygamber (a.s.)’e iman ve O’na fiilen itaat etmeksizin Allah’ın birliğini (tevhidi) tanımak faydasızdı.
Fakat konuya ciddi olarak eğildiğimizde, Kureyşli ve Arap müşrikler için Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğini tanıyıp O’na itaat etmelerinin, tevhid fikrini kabul etmelerinden daha zor olduğunu göreceğiz. Bir kere, Kureyşlilerin ve Arap’ların, aralarında 40 yıl alelâde bir insan gibi yaşamış olan bir kişinin birden bire peygamber olduğuna inanmaları zordu. Onlar, böyle bir kişinin Allah’ın Rasûlü olduğuna ve kendisine vahiylerin geldiğine ihtimal vermiyorlardı. Ayrıca, yüzyıllarca hür yaşamış ve hiçbir konuda sınır ve kısıtlama tanımamış bir ulus olarak da Arap’ların birden bire görünüşte kendileri gibi alelâde bir insan olan, mevki ve mertebesi olmayan, para pulu ve şan ve şöhreti de olmayan bir kişiye itirazsız ve sualsiz itaat etmeleri de hayli güçtü. O zamana kadar kendi kabile ve gruplarının reisi ve lideri durumunda olanların, ülkenin çeşitli bölgelerinde şirkin büyük karargâhlarını kurmuş olan dini liderlerin, gaibden haberleri olduğunu iddia eden kâhin ve falcıların işi ise daha zordu. Bunların her biri için risâlet veya peygamberlik fikri bir ölüm fermanıydı. Bunu kabul etmeleri şöyle dursun, ciddiyetle ve aklıselim ile düşünmeleri ve gözden geçirmeleri bile mümkün değildi. Kısacası, Cahiliyye’nin devamında çıkarları olan bütün kişi ve gruplar olanca şiddetiyle risâlet mefhumuna karşı çıktılar. Zira, bu inanç ve kavramın yayılmasıyla onların mevkii, kuvveti, kudreti, iktidarı ve mali menfaati ortadan kaybolacaktı. Sokaktaki adamın ve halkın risâleti kabul etmesi ve dolayısıyla sadece Allah’ın din ve kanunlarını tanıması halinde, onların kurdukları düzene ve fasit daireye kimse rağbet etmeyecekti ve böylece kendiliğinden ortadan kalkacaklardı.
Bir yanda bu güçlükler ve sorunlar varken, diğer yanda bir başka büyük sorun daha vardı, risâlet veya peygamberlik davasıyla ortaya çıkan kişi, milletinin en iyi ferdiydi. Ahlâk ve faziletini herkes takdir ediyordu. Daha beş yıl önce bütün millet O’nun “emin” olduğunda ittifak etmişti. Bu kişi, peygamberlik iddiasında bulunmadan önce Safa tepesine çıkarak milletine şöyle hitap etmişti. “Bu dağın arkasında size saldırmak üzere olan bir ordunun bulunduğunu söylesem, sözlerime inanır mısınız?” Bunun üzerine milleti de, “tabii, inanırız, zira sen şimdiye kadar hiç yalan söylemedin” demişti. Kişiliği ve karakteri böylesine sağlam olan ve hayatında hiç yalan söylememiş olan bir kişinin “risâlet” veya peygamberlikten sonra yalancı olduğunu ve kendisinin yalan söylediğini halka inandırmak gayet tabii ki çok güçtü. Böyle bir kişi bu kadar büyük bir “yalan” söyleyebilir miydi? Hiçbir aslı olmadan kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu ve kendisine Allah’ın kelâmının geldiğini iddia edebilir miydi? İşte Hz. Muhammed (a.s.)’in risâletine karşı olan müşrik Kureyşliler ile Arap’ların bir güçlüğü de buradan geliyordu.
Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta şöyle denilmektedir.
“Onların söylediği sözlerin seni mahzun ettiğini biliriz. Onlar hakikatte seni tekzip etmezler. Fakat zâlimler, Allah’ın ayetlerine karşı inat ve küfrederler.” (En’am; 33)
Bu ayet şu gerçeğe işaret ediyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın ayetlerini Kureyşlilere ve Arap’lara duyurmaya başlayıncaya kadar onlar kendisini emin olarak biliyor ve doğruluğuna inanıyorlardı. Ne var ki, Hz.
Peygamber (a.s.), Allah’ın mesajını kendilerine iletir iletmez onu tekzip etmeye başladılar. Fakat bu safhada da kimse kendisinin yalancı olduğunu söylemeye cesaret edemiyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in en büyük muhalifi ve düşmanı bile kendisinin dünyevi işlerle ilgili olarak yalan söylediğini veya yalancı olduğunu iddia edemezdi. Mekkeli Kureyşliler veya Araplar, Hz. Peygamber (a.s.)’i yalanladıysa sadece peygamberlik iddiasıyla ilgili olarak yalanladılar. Onlar sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in risâletini veya peygamberliğini tekzip ettiler. Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (a.s.)’in en büyük düşmanı Ebû Cehl idi. Hazreti Ali’nin rivayet ettiği hadise göre, bir defasında bizzat Ebû Cehl Hazreti Peygamber (a.s.)’e şöyle dedi. “Biz senin yalancı olduğunu değil, bize sunmakta olduğun şeyin yalan olduğunu söylüyoruz.”[13] Bedir savaşı sırasında Ahnes bin Şerîk özel bir sohbet sırasında Ebu Cehl’e sordu: Burada benden ve senden başka kimse yoktur. Bana doğruyu söyle, Muhammed (a.s.) doğru mudur değil midir?” Ebu Cehl dedi ki, “Vallahi, billahi, Muhammed doğru ve dürüst bir insandır. O, hayatı boyunca hiç yalan söylememiştir. Fakat, bana söyler misin, Kâ’be’nin mütevelliliği, hacılara yemek ve içme suyu verme görevi ve peygamberlik de Beni Kusayy’a geçerse, diğer Kureyşliler ne yapsın?”[14] Bu sebeple, yukarıdaki ayette Yüce Allah (cc.) diyor ki, “ey Habibim, sen canını sıkma, Kureyşli ve Arap müşrikler seni değil, beni tekzip ediyorlar. Eğer Ben bu hususta sabırlı davranıyor ve hiçbir taşkınlık göstermiyorsam, sen ne diye kendi canını sıkıyorsun?”
25.2.10.1. İtirazlar, İthamlar ve Garip İstekler
Kureyşliler ile Arap’lar garip ve tuhaf bir çıkmazda idiler. Hz. Peygamber (a.s.)’in kişiliğini ve söylediği sözleri açıkça yalanlayacak durumda değillerdi. Ne Hz. Peygamber (a.s.)’in kişiliğine çamur atabilirdi ne de getirdiği mesajın yanlış ve çürük olduğunu ispatlayabilirlerdi. Ama maddi ve mali çıkarlarını korumak amacıyla her ikisine karşı da cephe almak zorunda idiler. Bu sebeple, saçma sapan itirazlar, hile, bahane, desise, iftira ve ithamlara başvurdular. Kendisine türlü itirazlarda ve garip isteklerde bulunmaya başladılar. Birçok Mu’cizelerin gösterilmesini istediler ve kendisinden, bir insanın yapamayacağı şeyler yapmasını istediler. Fakat tevhîd akîde ve umdesi için sağlam ve kuvvetli deliller verildi ve muhaliflerin ağızları kapatıldı. Müşriklerin risâlete yönelik bütün hücumları da boşa çıkarıldı ve akıl ile mantığa uygun kuvvetli deliller verildi. Bu deliller verildikten sonra da şirk ve küfürlerinde ısrar edenler ancak ilim, irfan, akıl, zekâ ve mantıktan nasibini alamamış inatçı kişilerdi.
25.2.10.2. Hz. Muhammed (a.s.)’in İnsan Oluşuna İtirazlar
Müşriklerin ilk itirazı, Hz. Muhammed (a.s.)’in insan oluşuyla ilgiliydi. Müşrikler, “bizim gibi ve bizden farklı olmayan bir insanın peygamber olduğunu nasıl kabul edelim? Bu, bizim gibi yiyor, içiyor, çoluk çocuk sahibidir ve diğer bütün İnsanlar gibi dünya işleriyle uğraşıyor. Böyle bir kişi peygamber olabilir mi?” diye itirazlarda bulunuyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu itirazlara değinilerek uygun cevaplar verilmiştir.
“Zâlimler aralarında gizli müşavere edip, ‘bu da sizin gibi bir insan değil midir? Artık göz göre göre sihre inanıyor musunuz?’ derler.” (Enbiya; 3)
Bu gizli müşavere veya sohbeti Mekkeli ileri gelen reisler yapıyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.)’in Tevhid’e ve Risâlet’e daveti, bu kabile reislerinin iktidar ve itibarını tehlikeye düşürmüştü. Bunlar artık iktidar koltuklarını ve şahsî menfaatlerini muhafaza etmek için Hz. Muhammed (a.s.)’in iddiasını çürütmeye mecburdular. Bu sebeple, kendisinin insan gibi yiyip içmesini, çoluk çocuklara karışmasını, herkes gibi çarşı, pazarda alış veriş yapmasını yadırgıyorlardı. Allah’ın böylesine alelâde bir insanı peygamber seçebileceğine ihtimal vermiyorlardı. Fakat aynı zamanda, bu insanın kişiliğini ve sözlerinin büyüleyiciliğini de kabul ediyorlardı. O’na yaklaşan ve O’nun sözlerini dinleyen herkesin ona bağlandığını ve davasını desteklemeye başladığını görüyorlardı ve bu yüzden hem kendilerinin hem de diğer kimselerin O’na yaklaşmaması için olağanüstü çaba harcıyorlardı.
“Ve kâfirler: ‘Bu nasıl peygamberdir? Yemek yiyor ve çarşılarda geziyor. O’nunla beraber nezir olmak için neden bir melek indirilmedi?’ dediler. “Yahut O’na bir hazine atılmalı, yahut ondan yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” dediler. O zâlimler, siz âncak bir sihre mübtela olmuş bir adama tabi oluyorsunuz’ dediler.” (Furkan; 7-8)
Mekkeli ve Arap müşriklere göre Allah’ın mesajını ve dinini insanüstü bir yaratık, meselâ bir melek getirmeliydi. Ve eğer bu görev mutlaka bir insana verilecek idiyse, bu insan bir padişah veya imparator olmalıydı. Ayrıca, bu insanın yanında bir veya birkaç melek olmalıydı ki, bunlar insanları korkutur ve sözlerini dinlemeyenleri cezalandırırlardı. Adı sanı pek bilinmeyen, serveti olmayan ve toplumda yüksek bir mevkiye sahip olmayan biri nasıl peygamberlik iddia edebilirdi? Böyle bir adamın bağları, bahçeleri ve bir takım Mu’cize ve sihirleri olmalıydı. Bütün bunların inandırıcı olmadığını gören müşrikler en son, Hz. Muhammed (a.s.)’in hâşâ aklını kaçırdığını, deli divâne olduğunu ileri sürüyorlardı. Müşrikler, Hz. Peygamber (a.s.)’in bir sihirbaz, mecnun ve şair olduğunu da iddia ediyorlardı.
“And olsun ki, senden evvel gönderdiğimiz peygamberlere de zevceler ve evlâtlar verdik. Allah’ın izni olmadıkça peygamber Mu’cize getirmeye kadir değildir.” (Ra’d; 38)
Bu cevap, Hz. Peygamber (a.s.)’in neden çoluk çocuğa karıştığı yolundaki itirazlara karşı verilmişti. Müşrikler, peygamberlerin herhangi bir insanî, cinsel ve şehevî duyguya sahip olmaması gerektiğine inanıyorlardı. Ayrıca, peygamberlerin dünya evine girmeleri ve çoluk çocuklarıyla uğraşmalarını da yadırgıyorlardı. Ama Kur’ân-ı Kerîm diyor ki, geçmişte ne kadar peygamber gelmişse; onlar da çoluk çocuğa sahiptiler, onların da aileleri, karıları, oğulları ve kızları vardı. Müşrikler, Hz. Nuh’un bir peygamber olduğunu kabul ediyorlardı. Bu sebeple onlara denildi ki, “bakın ey cahiller, eğer Hz. Nuh’un ailesi ve evlâtları olmasaydı, siz de olmayacaktınız, çünkü siz de O’nun soyundan geliyorsunuz.” Arap’lar, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in de peygamber olduğunu kabul ediyorlardı. Eğer onlar evlât sahibi olmasaydı, Arap’lar “İsmail oğulları” olarak tanımlanabilir miydi?
“Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler kendilerine vahyettiğimiz erkeklerdi. Eğer bilmiyorsanız Kitab ehline sorunuz. Biz, onları yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Onlar hayatta da ebedi kalıcı değillerdir.” (Enbiya; 7-8)
Yani, ey müşrikler, bugün Yahudiler sizin müttefikiniz olmuşlardır ve size, İslâmiyet’e muhalefetin taktiklerini öğretiyorlar. Onlara sorun, Hz. Musa kimdi ve İsrail oğullarında doğan diğer peygamberler kimlerdi? Onlar cin mi idi, melek mi, yoksa insan mı?
“Size bundan evvel kâfir olanların haberi gelmedi mi? Onlar işledikleri şeylerin vebalini tamlar. Onlara (ahirette de) acıklı bir azab vardır. Bunun sebebi: Kendilerine Mu’cizelerle peygamberleri geldiğinde, ‘bizi bir insan mı doğru yola götürecek?’ dediler. İnkâr edip yüz çevirdiler. Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah, Gani’dir ve bizâtihi hamde lâyıktır.” (Teğâbün; 5-6)
Yani, peygamberlerin, yanlarında getirdikleri apaçık alâmet ve işaretler, onların Allah tarafından insanları doğru yola getirmeye meb’us olduklarının birer deliliydi. Söyledikleri ve anlattıkları her şey açık ve inandırıcı idi. Mesajlarında, emir ve talimatlarında herhangi bir eksiklik veya karmaşıklık yoktu. Aksine Batıl’ın ne, Hakk’ın ne olduğunu açıkça belirtiyorlardı. Neyin caiz neyin caiz olmadığını açıklıyorlardı. İnsanların hangi yolu takip etmeleri, hangisini bırakmaları gerektiğini anlatıyorlardı. Ne var ki, cahil İnsanlar, “biz, bizim gibi bir insan’ın sözlerini mi dinleyeceğiz?” diye onlara karşı geldiler. Ve bu karşı koymaları, onların felâkete sürüklenmelerine sebep oldu. Halbuki, insanların hidâyeti için ancak İnsanlar daha uygun ve inandırıcı birer önder ve örnek olabilirler. Cenâb-ı Allah, insanların hidâyeti ve kurtuluşu için yine onlar arasından bazı temiz ve sâlih kişileri seçerek peygamber yaptı, onlara bazı beyyineler verdi ve bazı Mu’cizeler verdi ki, insanları iyiliğe ve doğruluğa inandırabilsinler. Ancak cehâlet içinde olan bazı milletler, peygamberlerin alelâde insan oluşlarına itiraz ettiler ve bunları tanımamakta ısrar ettiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu milletlere korkunç ve ibret verici azaplar indirdi. Fakat ne gariptir ki, insanların peygamberliğine itiraz eden insanoğlu, bazen çok âdi ve alçak mahluk ve eşyayı tanrı derecesine çıkarmış ve onlara tapmaktan çekinmemiştir. Hatta, insanoğlu bazen kendi eliyle yaptığı putlara ve heykellere tapmıştır. Bu putlar taş ve tahtadan yapılmıştır. Sadece bu değil, bazen İnsanlar insanları tanrı haline getirmiş, onların, Allah’ın oğlu olduğunu ilân etmişlerdir. Bu sapıklık ve başı bozukluk gayet tabii ki ahlâkî bozukluğa da sebep olmuş, toplumlar dejenere olmuş ve nihayet koskoca imparatorluk, medeniyet ve kültürler çökmüş, yerle bir olmuşlardır. Demek ki, insanların akıllarını çelen ve onları kötü yollara düşüren kimseler baş tacı edilmişlerdir, ama tek Allah’a ve doğru yola davet edenler her türlü hakarete uğramışlar ve güçlüklerle karşılaşmışlardır. Nihayet, Allah’tan
yüz çevirenlerden Allah da yüzünü çevirmiş ve onlar hakkında kayıtsız kalmıştır. Bundan sonra başlarına ne gelmişse kendi yaptıklarından gelmiştir. Kısacası, ektiklerini biçmişlerdir.
“Rabbiniz sizi daha iyi bilir. İsterse size rahmet eder ve dilerse de sizi azaplandırır. Biz seni onların üstüne vekil göndermedik.” (İsrâ; 54)
“İnsanlara hidâyet rehberi peygamber geldiğinde, onları iman etmekten meneden şey ‘Allah, bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?’ demeleridir. De ki, ‘eğer yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı onlara gökten rasûl olarak melekler gönderirdik.'” (İsrâ; 94-95)
Yani, peygamber’in işi sadece Allah’ın kelâmını insanlara iletmekle bitmiyor. Peygamber bu kelâm, tebliğ ve hidayete göre insanların hayatını ıslâh etmekle de mükelleftir. Peygamber, bu kelâm ve talimatın bütün ilke ve kurallarını insan hayatına tatbik etmekle görevlidir. Peygamber bizzat kendi yaşantısı ve hayatıyla bunun örneğini vermelidir. Peygamber, ilâhi mesajı anlayıp benimsemek isteyenlerin birçok insanî meseleleriyle uğraşmak zorundadır. Kendisini takip eden ve örnek alanları teşkilâtlandırıp eğitmeli ve ileri için hazırlamalıdır. Böylece, ilâhî mesaja uygun bir insani cemiyet ortaya çıkmış olacaktır. Peygamber, kendisine karşı koyanlarla mücadele ve muharebe etmek zorundadır. Bütün şer kuvvetleri mağlup edip ıslâh ve iflâh olmaları için çalışmalıdır. Bütün bunlar İnsanlar arasında ve insan toplumunda olacaksa, bunlar için bir insan mı daha uygundur yoksa cin mi? Melekler ancak ulak veya haberci görevini yapabilirler. İnsanlar arasında yaşamak, onların sorunlarıyla uğraşmak, bin bir güçlüklerle başa çıkmak ve en nihayet, insan toplumunu Allah’ın emirlerine göre ıslâh etmek melekler için herhalde tamamıyla imkânsızdır.
“Senden evvel gönderdiklerimiz de, şehir halkından kendilerine vahyettiğimiz erkek kişilerdi. Müşrikler, yeryüzünde gezip dolaşıp kendilerinden evvelkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı?” (Yusuf; 109)
Burada denilmek isteniyor ki, “ey Peygamber (a.s.), siz bu İnsanlar arasında doğduğunuz, yetiştiğiniz, büyüdüğünüz, delikanlılığınızdan gençliğinize ve daha sonra yaşlılık çağınıza geldiğiniz için, bu İnsanlar sözlerini dinlemiyor ve uyarılarınıza fazla önem vermiyorlar. Ama bu garip ve beklenmedik bir olay değildir. Dünyada bundan önce de Allah’ın birçok rasûlü hidâyet ve hikmet için çalışmış ve insanları iyiliğe ve doğruluğa çağırmışlardır. Bunlardan hiçbiri birden bire Mu’cizevî bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Hepsinin bir geçmişi, çevresi, ailesi, yurdu ve toprağı vardı. Mesih, İbrahim, Nûh ve Musa, bunlar kimdi? Bunlar da kendi memleket ve milletlerinin evlâtlarıydılar.”
“Bizim, onlardan bir adama, ‘insanları azabımızla korkut ve mü’minleri Rabbleri indinde sadakalarının mükâfatı ile müjdele’ diye vahy etmemizde şaşılacak ne vardır? Ki, kâfirler, ‘bu, apaçık ve şüphesiz bir. sihirbazdır’ dediler,” (Yunus; 2)
Yani, bunda şaşılacak ne var? İnsanların hidâyeti ve ikâzı için insan değil de cin veya melek mi gelecektir? Eğer İnsanlar gerçeği ve doğruyu görmüyorsa, Cenab-ı Allah’ın bunları kendi hallerinde bırakması mı, yoksa onlara yol göstermesi mi daha iyi olacaktır? Şeref ve mükâfat, Allah’ın hidâyetini kabul edene mi, yoksa kabul etmeyene mi verilmelidir? Onun için, hayret ve şaşkınlıklarını belirtenler ilk önce neye şaştıklarını anlamalıdırlar.
Şimdi, bu haber veren ve ikaz eden kişiye sihirbaz veya büyücü demek ne kadar doğrudur? Eğer bir kişi, büyük hitabet kabiliyetine sahipse ve herkesi konuşmasıyla büyülüyorsa, ona sihirbaz diyebilir miyiz? Esas dikkat edilmesi ve incelenmesi gereken şey, o şahsın konuşmasının muhtevasıdır, ne konuştuğudur, ne için konuştuğudur ve en önemlisi, konuşmasının, iman edenlerin hayatını ve görüşlerini nasıl değiştirdiğidir. Eğer bir hatip veya konuşmacı sadece kötü amaçları ve çıkarları için hitabet örneği veriyorsa, o mutlaka demagog, çenesi düşük, menfaatçi, sorumsuz ve küstah bir kimsedir. Böylesine çenebaz bir kimse hak ve doğruluktan uzaklaşıp dinleyicileri yalana ve haksızlığa inandırabilir. Fakat böyle bir kişinin sözlerinde akıl ve hikmet değil, saçmalık ve mantıksızlık vardır. Fikir birliği ve uyum değil, tezat ve düzensizlik mevcuttur. Sözleri aşırılığa ve abartmaya kaçar. İtidal ve denge bulunmaz. Çenebaz bir kişi hitabetini İnsanlar arasında kin ve nefret tohumu ekmek ve birbirine düşürmek için kullanabilir. Boş konuşan kişi ne insanların ahlâklarının düzeltilmesine, ne hayatlarının düzelmesine katkıda bulunur. Sâlih bir fikri ve sâlih bir hareketi başlatamaz. insanları kötülüğe ve çirkinliğe teşvik eder. Fakat, bunun tam aksine Hz. Peygamber (a.s.)’in Mekkeli ve Arap müşriklere sunduğu kelâm, akıl ve hikmet doluydu. Temiz bir fikir ve düzenli bir nizamın doğmasını öngörüyordu. Ilımlı ve dengeli olmayı, hak ve doğruluğu tavsiye ediyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in konuşmasının her kelimesi ve her cümlesi ölçülü ve anlamlıydı. Her şeyi tartarak ve düşünerek söylüyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in hiçbir şahsî menfaati veya kötü niyeti yoktu. Ne yapıyor ve neyi emrediyorsa halkın ve milletin iyiliği içindi. Ailesi, kabilesi, milleti için de herhangi bir dünyevî menfaat gütmüyordu. O bütün insanların iyiliğini ve kurtuluşunu istiyordu. Gaflet uykusundan onları uyandırmak, kötü yola sapmış olanları doğru yola getirmek istiyordu. Ayrıca, yaptığı konuşmaların etkisi de diğer çenebaz ve demagogların konuşmalarının etkisinden çok farklıydı. Çünkü bu konuşmaları dinleyen ve bu sözlere kulak verenlerin hayatı değişiveriyordu, ahlâkları düzelmiş oluyordu. Bir sihirbazın konuşmaları bunları yapabilir miydi?
“Muhakkak ki biz peygamberlerden bazısını bazısına üstün kıldık. Ve Davud’a Zebur’u verdik.” (İsrâ; 55)
Burada, bu ayetin hangi şartlarda ve hangi konuşma ile ilgili olarak indirildiği göz önünde bulundurulmalıdır. Burada, Davud (a.s.)’a Zebur verildiğinden ayrıca bahsedilmesinin maksadı, kendisinin hem bir hükümdar hem bir peygamber olduğunu belirtmekti. Hz. Muhammed (a.s.)’in çağdaşları ise kendisinin normal bir aile hayatı yaşamasına ve çarşı, pazarda alış veriş yapmasına itiraz ediyorlardı. Mekkeli müşrikler, dünya işleriyle uğraşan bir kişinin dinî ve manevî bir iş yapamayacağını sanıyorlardı. Ruhanî önderlik veya peygamberliğin ancak ermiş, elini eteğini bu dünyadan çekmiş olan birinin işi olduğunu ileri sürüyorlardı. İşte bu inancı ve yanlış düşünceyi çürütmek amacıyla burada deniliyor ki, sadece alelâde İnsanlar değil, hükümdarlar bile peygamber olabilirler. Hz. Davud (a.s.) devlet ve hükümet işleriyle meşgul olmasına rağmen nübüvvet ve Kitap’la şereflendirilmişti.
“Ben, peygamberlerden ilk defa (gelmiş biri) değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben, ancak bana vahyolunana tabi olurum. Ve ben, apaçık bir korkutucudan başkası değilim.” (Ahkâf; 9)
Mekke ahalisi Hz. Muhammed (a.s.)’in alelâde bir insan olması sebebiyle peygamberlik gibi yüce bir makama yükselemeyeceğine inanıyordu. Müşrikler Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamber olarak tanımak için kendisinde hep değişik ve olağandışı bir şey arıyorlardı. O’nun fevkalâde güç ve yetkilerin sahibi olmasını istiyorlardı. Çok zengin ve mali yönden kimseye muhtaç olmamasını arzu ediyorlardı. Gelir kaynağının karısının ticareti olmasını kabul etmek istemiyorlardı. Karısı harcını kestiği takdirde aç kalacak birinin, Allah’ın rasûlü olduğunu kabul etmeye hazır değillerdi. Taife gitmek için binek bir hayvanı bile olmayan birinin peygamber olduğuna ihtimal vermiyorlardı. Bunun yanı sıra kendisinden büyük Mu’cizeler bekliyorlardı. Peygamberliğini ispatlaması için olağanüstü ve insanüstü bir takım marifetler göstermesini istiyorlardı. Bu kişinin bir işaretiyle dağların yerlerinden oynamasını, bir bakışıyla çölleri çiçek bahçesine çevirmesini istiyorlardı. Gaipten haberleri olmasını diliyorlardı.
İşte bu düşünce ve isteklere cevap olarak denildi ki, Hz. Muhammed fevkalâde ve insanüstü bir yaratık değil, alelâde bir insandır. Kendisinin peygamber olması tarihte ender rastlanan bir olay değildir. O’nun gibi normal aile hayatı ve uğraşları olan binlerce insan geçmişte peygamber olmuşlardı. Müşriklerin tahayyül ve tasavvur ettikleri güç, yetki ve imkânlara hiçbir peygamber sahip değildi. Evet, bazı peygamberler bir takım Mu’cizeler gösterebiliyorlardı, ama bunlar da Allah’ın emri ve onayıyla olabiliyordu. Daha sonra, Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle dediği belirtildi: “Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum. Bana ve size ne yapılacağını bilmem.” Yani, kendisi gaipten bilgisi olmadığını söylüyordu. Hz. Peygamber (a.s.), başkalarının geleceği şöyle dursun, kendi geleceği hakkında da herhangi bir bilgiye sahip değildi. Yarın ne olacağını bilemiyordu. Cenab-ı Allah, kendisine bazı bilgiler vermedikçe ilerde nelerin olabileceğini kestiremezdi. Zaten, böyle herhangi bir iddiası da yoktu. Bir kişinin peygamberliği, gaipten haberdar olması, meselâ; kayıp olan bir şeyin nerde bulunacağı, hamile bir kadının erkek mi yoksa kız çocuğu mu doğuracağı veya bir hastanın iyileşip iyileşmeyeceği konusunda kehanette bulunmasıyla ölçülmemeliydi.
25.2.10.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamber Olarak Seçilmesine İtirazlar
Müşriklerin bir itirazı da, peygamber olarak Hz. Muhammed (a.s.)’in seçilmiş olmasına idi. Onların düşüncesine göre, eğer Allah rasûl olarak birini dünyaya gönderecek idiyse, bu Hz. Muhammed (a.s.) olmamalıydı. Mekke’de ve Arabistan’da daha çok zengin, çok meşhur ve çok güçlü kişiler vardı. Peygamber olacaksa, bunlardan biri olacaktı. Hz. Muhammed ne diye peygamber seçildi. Onlar şöyle diyordu:
“Kur’an, aramızdan ona mı indirildi?” (Sâd; 8)
“Ve şunu da söylediler; ‘Bu Kur’an, iki şehrin büyüklerinden bir kimseye indirilseydi ya.’ Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların dünya hayatındaki maişetlerini biz taksim ettik. Bazısını bazısı üzerine derecelerle yükselttik ki, bir kısmı diğerlerini tutup çalıştırsın. Rabbinin rahmeti, onların toplaya geldikleri maldan daha hayırlıdır.” (Zuhruf; 31-32)
Burada bahsedilen iki memleket veya iki şehir, Mekke ve Taif tir. Kâfirler diyorlardı ki, eğer Allah bir kişiyi peygamber olarak aramıza göndermek istiyorsa ve Kitabını O’na indirmek istiyorsa, bu kişi şehirlerimizden mümtaz ve soylu birisi olmalıydı. Allah, peygamber olarak bir yetim ve öksüz kişiyi mi seçti? Parası, pulu olmayan, kimseden kendisine miras kalmamış, çocukluk ve delikanlılık çağında çobanlık yapmış, karısının sermayesi ile ticaret yapmış olan, hiçbir kabilenin reisi olmayan biri peygamberlik mevkiine getirilebilir miydi? Bu mevki ve makama lâyık Mekke’de nice kabile reisi, mümtaz ve nüfuzlu kişiler vardı. Meselâ, Velid bin Muğire ve Utbe bin Rebi’a ve mesela, Taif in ileri gelenleri, Urve bin Mes’ûd, Hudeyb bin Amr, Kinâne bin Abd-i Amr ve İbn Abd-i Yâlîl. Yani, kâfirler bir kerre, bir insanın peygamber olamayacağını düşünüyorlardı. Fakat Kur’ân-ı Kerim bu düşüncelerini çeşitli delillerle çürütünce, bu defa da “peki insan olsun ama büyük bir adam olsun” diye bahane etmeye başladılar. Bu itiraza cevap verilirken çok az ve öz ifade kullanılmıştır. Burada deniliyor ki, Allah’ın işine kimse karışamaz. Allah’ın rahmetini taksim etme veya başkalarına dağıtma vazifesi kimseye verilmiş değildir. Allah kendi rahmetini, takdir ettiği ve beğendiği kişiye verir. Bu husustaki hikmetini ancak o bilir.
Rahmet çok geniş kapsamlı bir kelimedir. Bu, Allah’ın her türlü ihsan ve lütfunu ihtiva etmektedir. Nübüvvet ve peygamberlik şöyle dursun, dünya hayatında verilen nimet ve imkânların hepsi Allah’ın takdirine ve iradesine aittirler. Bunların dağıtımı da sadece Allah’a aittir. Cenab-ı Allah istediği kişiyi güzel ve yakışıklı islediği kişiyi çirkin yapar. Birine güzel, birine de çirkin ses verir. Birini vücutça güzel ve sağlıklı yapar, birini de sakat, arızalı ve zayıf olarak yapar. Birini zengin, birini fakir yapar. Birini gelişmiş ve müreffeh bir milletin ferdi olarak yaratır, birini ise geri kalmış, yoksul bir toplumun üyesi olarak ortaya çıkarır. Doğum ve yaşama ile ilgili Cenâb-ı Hakk’ın takdirine kimse karışamaz, kimse mani olamaz. Cenâb-ı Allah kimi nasıl yapmışsa öyle olacaktır. Kimin kaderini nasıl yapmışsa öyle kalacaktır. Ayrıca, İnsanlar arasında rızık, kuvvet, iktidar, şeref, haysiyet, şöhret, servet, refah ve mutluluk bakımından çeşitli derece ve safhalar yaratılmıştır. Kime iktidar ve ikbal verilmişse, dünyanın hiçbir gücü onu alaşağı edemez, ama kim Allah tarafından lânetlenmiş veya kötü kadere mahkum edilmişse, onun kaderini kimse değiştiremez, İnsanlar ne yapsa boştur. Burada insanların dikkatinin çekildiği ikinci nokta “ya hep ya hiç”in önlenmesidir. İlahî takdire göre, kişiye “her şey”, başka bir kişiye de “hiçbir şey” verilmez. Her zaman bir denge kurulmaya çalışılmış, kimseye haksızlık yapılmamasına dikkat edilmiştir. İnsanlar arasındaki farkın fazla büyük olmamasına özen gösterilmiştir. Bazı kimselere bazı şeyler verilmişse, bazı şeyler verilmemiştir. Bu şekilde, herkes bazı meziyet ve eksikliklerle doğmuş ve bazı bakımdan birbirine muhtaç duruma getirilmiştir. Bu bakımdan, birisine servet, hükûmet, şan ve şöhret verilmişse, ona peygamberlik verilmek de icap etmez. Bir kişi bütün meziyetleri, yani akıl, ilim, servet, güzellik, kuvvet ve iktidarı kendisinde toplayamaz. Buna mukabil, bir kişi bütün meziyetlerden yoksun da bırakılamaz.
Son ayette bahsedilen “Rabb’in Rahmeti” deyimi, Allah’ın özel rahmeti -risâlet veya peygamberlik- ile ilgilidir. Burada denilmek isteniyor ki, servet, kuvvet, iktidar ve itibar hakkında müşriklerin gözünde büyük sayılan kabile reisleri, aslında Hz. Muhammed bin Abdullah (a.s.)’a verilen nimet ve ihsânın yanında hiç kalırlar. Hz. Muhammed (a.s.)’e verilen manevî servet ve şeref, dünyevi bütün servet ve zenginliklerden daha büyük ve kalıcıdır. Her zengin ve muktedir kişinin peygamber olacağı sanılıyorsa, bu tamamıyla yanlış ve sakat bir düşüncedir. Cenâb-ı Allah böyle bir saçmalık yapabilir mi?
“Kendilerine verilmiş bir delil olmaksızın Allah’ın ayetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde kibirden başka bir şey yoktur. Onlar’ o arzularına erişemezler. Şerlerinden Allah’a sığın. Muhakkak ki, O, Semî’dir, Alim’dir.” (Mü’min; 56)
Yani, Arap müşriklerin mesnetsiz, delilsiz ve saçma sapan muhalefetlerinin sebebi, Allah’ın ayetlerinden ve ortaya koyduğu gerçeklerinden ders ve ibret almamalarıdır. Bunların bu ayet ve gerçekleri anlamadıkları söylenemez. Anlamalarına anlıyorlar, ama bunu gurur meselesi yaptıkları için kabullenmekten çekiniyorlar. Kendi nefislerine hizmet ettikleri ve kibirli oldukları için Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın dini önderliğini kabul etmiyorlar. Halbuki, Hz. Peygamber (a.s.)’in davetinde ve kelâmında akıl, mantık ve gerçeklere aykırı bir şey yoktur. Her şey insanın aklına yatıyor ve kalbine giriyor. Arap kabile reisleri ve müşrikler kendi sahte felsefe, nizam ve sistemlerini ayakta tutabilmek için bütün güçlerini kullanıyor ve en alçakça hareketler yapmaktan çekinmiyorlardı. Başka bir deyimle, gerçek büyüklük ve küçüklük Allah’ın takdirine bağlıdır. Allah kimi büyük yapıyorsa o büyük ve kimi küçük yapıyorsa o küçüktür. Küçük adamların kendilerini büyük gösterme çabaları eninde sonunda başarısız kalacaktır.
“(Allah) kullarından dilediklerine, kendi emrinden melekleri ruh ile indirir: Benden başka ilâh yoktur, şu halde benden korkup-sakının,’ diye uyarıp-korkutur.” (Nahl; 2)
Bu da, kâfirlerin itirazlarına bir cevaptır. Kâfirler, “kala kala Muhammed (a.s.) mi kalmıştı? Allah başka birini nebi olarak gönderemez miydi?” diye itirazda bulunuyorlardı. Buna cevap olarak Cenâb-ı Hak diyor ki, “Ben kendi işimi bilirim. Bu hususta kimsenin aklına ihtiyacım yoktur. Ben kimi istiyorsam peygamber yaparım, bu hususta kimse bana karışamaz. Çünkü her şeyi ben daha iyi bilirim.”
25.2.10. 5. “Hz. Muhammed (a.s.)’in Davası Haklı Olsaydı Önemli Şahıslar Onu Kabul Ederdi” İddiası
Müşrikler diyorlardı ki, eğer Hz. Muhammed (a.s.)’in tebliği ve müdafaa etmekte olduğu dava haklı olsaydı, bunu ilk önce cemiyetin ve milletin mümtaz şahıslan kabul edeceklerdi. Halbuki, bu şahıslar bu davaya tenezzül etmiyor ve sadece fakir, mazlum ve çaresiz kimseler bunun etrafında toplanıyorlardı:
“Kâfirler, mü’minler hakkında: ‘Eğer onda (dinde) hayır olsaydı, onlar bizden evvel ona koşmazlardı’ dediler. Onlar, Kur’an’la hidâyete ermediklerinden ona ‘bu eski bir yalandır’ diyecekler.” (Ahkâf; ll)
Bu, Kureyşli kabile reislerinin, halkı kandırmak ve Hz. Peygamber (a.s.)’e karşı onları kışkırtmak için ileri sürdükleri iddialardan biriydi. Onlar diyorlardı ki, eğer Kur’an-ı Kerîm doğru olsaydı ve Hz. Muhammed (a.s.) insanları doğru yola çağırmış olsaydı, buna ilk önce olumlu cevap verenler kendileri olacaklardı. Birkaç akılsız ve tecrübesiz fakir kimse ve kölelerin bir davayı kabul etmeleri ve bütün toplum ve ulusun itimat ettiği, liderliğini kabul ettiği zengin, nüfuzlu, tecrübeli ve akıllı kimselerin bunu reddetmelerinin, bu davanın yanlış ve geçersiz olduğunu gösterdiğini öne sürüyorlardı. Bu durumun, yeni dinin ve hayat anlayışının mutlak bir zaafı eksikliği ve kötü tarafının belirtisi olduğuna inanıyorlardı. Bu inanç içinde olan Kureyş ve Arap kabilelerinin ileri gelenleri, halkın bu davadan kaçınmalarını istiyorlardı.
İşte bu düşünce ve inanca değinilerek deniliyor ki, bu adamlar kendi beğeni ve takdirlerini, Hak ile Batıl’ın bir ölçüsü olarak kabul ediyorlar. Yani, hangi davayı kendileri kabul etmezlerse, o mutlaka yanlış ve zararlıdır. Fakat bu adamlarda, bu davaya “yeni bir yalan” diyecek cesaret bile yoktur. Bunun sebebi, geçmişte peygamberlerin aynı tür mesaj ve davalarla gelmiş olmalarıdır. Ayrıca, Ehl-i Kitapta ne kadar dinî kitaplar varsa hepsinde benzeri vaaz, akide ve tebliğler bulunmaktadır. Bu sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)’in kendilerine sunduğu davaya, “eski bir yalan” diyorlar. Bunların fikrine göre, binlerce yıldan beri bu gerçekleri kabul ede gelen birçok ümmet ve millet akılsızmışlar ve sadece kendileri en akıllı ve en tecrübeliymişler!
İbn Abbas’ın bir hadisine göre, Kureyşli kabile reisleri, Rasûlullah (a.s.)’a şöyle derlerdi: “Etrafınızda şu Bilâl, Suheyb, Ammâr, Habbâb ve İbn Mes’ud gibi adamları niye bulunduruyorsunuz? Biz onlarla aynı yerde oturamayız. Siz onları kendinizden uzaklaştırın ki biz size gelelim ve neler söylemek istediğinizi ağzınızdan duyalım.”
Rivâyetlere göre, Bizans imparatoru Heraclius, Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek mektubunu aldıktan sonra Ebû Süfyan’ı yanına çağırıp, Rasûlullah (a.s.) hakkında bilgi almak istedi. Ebû Süfyan’ın Hz. Peygamber (a.s.) hakkında söylediklerinden biri şuydu: “Bu kişiye ancak fakir ve miskinler tâbi olmuşlardır.” Yani, Ebû Süfyan’a göre toplumun ezilmiş tabakalarının bir davayı kabul etmesi bunun yanlış ve geçersiz olduğunun bir deliliydi. Bu dava, ancak toplumun ileri gelenleri tarafından kabul edildiği takdirde haklılık ve meşruluk kazanabilirdi. Hemen hemen aynı şeyleri, Hz. Nuh’un kavminin sapık ve müşrik kişileri söylemişlerdi, “Biz senin dâvanı nasıl kabul edelim, çünkü sana itibar eden ve güvenenler çok rezil ve zelil kişilerdir.” Hûd sûresinin 27. ayetinde ise onların şöyle dediği kaydedilmiştir: “Biz, seni bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Ve sana tabi olanları bizim basit ve en aşağı tabakalarımızdan görüyoruz.”
25.2.10.6. Rasûlullah (a.s.)’ın Kendi İktidarı Peşinde Olduğuna Dair İddia
Sâd sûresinde, Rasûlullah (a.s.)’ın Kureyşli kabile reislerine İslâmî daveti anlatırken orada bulunanların çeşitli itirazlarda bulundukları, bunlardan birinin şu olduğu belirtilmiştir. “Bu sözler başka bir maksat için söyleniyor.” Yani, Hz. Muhammed (a.s.) kuvvet ve iktidar sahibi olmak istiyor. Bize din ve ahlâk dersi veriyor, ama güttüğü hedef başkadır. Kendisi bize hâkim olmak ve bize dilediğini yaptırmak istiyor.
Bunun, sadece bir iftira ve boş bir iddia olduğu apaçık ortadadır. Müşrikler sadece kötü niyet ve düşünceleri yüzünden, Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hak dini vaaz ve tebliğ etmesinde, bazı menfaat ve maddi kazançlar aramaya çalışıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu iddiaya doğrudan doğruya cevap verilmeden eski çağlarda da Allah’ın hangi kulu ve rasûlü insanları doğruya ve iyiliğe davet etmişse aynı ithamla karşılaştığı kaydedilmiştir. Mesela, Firavun’un sarayındakiler Hz. Musa ile Harun (a.s.)’un Hakk’a davetine şu karşılığı vermişlerdir:
“Onlar ‘siz ikiniz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacaklar değiliz’ dediler.” (Yunus; 78)
“Bu, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor.” (Mü’minûn; 24)
Hak ve adalet düşmanlarının eski ve bilinen bir taktiği vardır. Bunlar, Allah’ın hangi kulu insanları, cemiyeti ve milleti ıslâha çalışmışsa, ona derhal “iktidar hırsıyla gözü dönmüşlük” damgasını vurmuşlardır. Aynı suçlamaya Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) maruz kalmışlardı. Firavun ve yandaşları, Hz. Musa ile Hz. Harun’un iktidara hevesli olduğunu, şan ve şöhret sahibi olmak istediklerini iddia etmişlerdi. Aynı iftira Hz. Îsa (a.s.)’ya da atılmıştı ve kendisinin Yahudilerin lideri ve kralı olmak istediği söylenmişti. Kureyşli kabile reisleri de Hz. Nebî-yi Kerim (a.s.)’in iktidara talip olduğunu düşünmüşlerdi. Nitekim, bunlar bazen Hz. Peygamber (a.s.) ile pazarlığa oturdular ve “eğer sen gerçekten iktidara talipsen, ‘muhalefet’i bırakıp ‘iktidar’ kanadına gelmelisin, ki biz seni hükümdarımız yapalım” dediler.
Gerçek şu ki, ömürleri boyunca dünyanın maddi imkânlarından faydalanıp para, pul, şan ve şöhret sahibi olmak isteyenler, bu dünyada bir insanın hiçbir şahsî iktidar ve ikbal beklemeden, hiçbir çıkar gütmeden, karşılıksız, samimiyetle ve iyi niyetle insanların iyiliği ve felahı için çalışacağına bir türlü inanamazlar. Bu İnsanlar kendi iktidar ve nüfuzları için sabahtan akşama kadar milleti aldatmak için sahte vaadlerde bulunur ve aldatıcı sloganlar üretirler. Bu itibarla, bu tür aldatmaca ve sahtekârlık bunlar için gayet normaldir. Bunlar, ıslah ve reform iddiasında bulunanların, doğru ve samimi davranmadıklarını belirtirler. Bu alanlarda faaliyet göstermek isteyen veya gösterenlerin, mutlaka kendilerine benzediklerini sanırlar. İşin tuhafı, ıslahatçılara “iktidar hırsı” damgası daima iktidar sahibi ve dalkavukları tarafından vurulmuştur. Sanki iktidar bunların tabii hakkıdır ve kendilerine iktidarı gasp etme veya ele geçirme ithamı yapılamaz, “iktidar hırsı” ithamı ancak doğuştan itibaren buna sahip olmayanlar için geçerlidir, iktidar’ı kendi tapulu malı sayanların, başkalarına iktidarı gaspetmeye çalışıyorlar suçlaması yapmaları da sanki tabii haklarıdır!
Burada şu önemli noktayı unutmayalım ki, her kim kurulu bir düzenin kötülüklerini gidermek veya bunu tamamıyla değiştirmek amacıyla bir ıslahata başlar ve yeni bir düzen ve sistem getirmek isterse bu yolda bin bir engellerle karşılaşacaktır. Bu engeller bazen çok küçük, bazen çok büyük olabilir ve genellikle hiç geçilmez gibi görülürler. Ama Hak ve adalete davet eden bir kişi bunları mutlaka geçmek zorundadır. Bundan sonra bu kişi veya gruplar, düşünülen düzeni kuracak kişileri iktidara getirecek müesseseleri meydana getirmek zorundadırlar. Böyle bir kişinin daveti başarılı olduğu ve büyük bir kitle tarafından kabul edildiği takdirde bu kişinin lider, önder, İmam ve hükümdar olması gayet doğaldır. Yeni dönemde ya bütün ipler onun elinde olacak ya da onun arkadaşları veya ona tabi olanların ellerinde olacaktır. Tarihte hangi peygamber, lider ve ıslahatçı kendi nizamını fiilen kurmaya çalışmamıştır? Hangi peygamber, dinî lider veya ıslahatçı, davasının başarılı olması halinde hükümdar yapılmamış veya iktidar koltuğuna getirilmemiştir? Böyle bir durumda bir dini lider veya imamın sunduğu davetin esas gayesinin iktidar koltuğunu gasbetmek olduğunu iddia etmek ne kadar doğrudur? Bu gibi iddia ve ithamların doğru olacağını ancak din, hak ve adalet düşmanları söyleyebilirler. Hakikatle, sadece iktidara talip olmak ile, hayır ve iş için uğraşmak arasında yerle gök kadar fark vardır. Bunlardan ilki haydudun hançeri ise ikincisi bir cerrahın neşteridir. Eğer bir şahıs, neticede ikisinin de insan vücudunu yardığını ve her iki kişinin de kazanç elde ettiğini ileri sürerek haydut ile tabibin aynı çizgide olduğunu sanırsa, bu onun düşüncesindeki sakatlıktır. Halbuki, her ikisinin niyeti, çalışma tarzı ve karakterinde o kadar fark vardır ki, akıl ve mantık sahibi olan bir kişi haydut ile doktor arasındaki farkı hemen anlayabilir.
Aynı durumla Hz. Hûd (a.s.) da karşı karşıya gelmişti. Hûd’un kavminin ileri gelenleri de halka böyle sesleniyorlardı:
“Bu ancak sizin gibi bir beşerdir. Yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor. Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, o zaman hüsrâna düşenlerden olursunuz.” (Mü’minûn; 33-34)
Âd kavminin ileri gelenleri baktılar ki, halk üzerinde Hz. Hûd’un temiz kişiliği, karakteri ve çekici sözlerinden önemli ölçüde etkili olmaya başladı. Halkın, Hz. Hûd’un talimatına uyması ve söylediklerini yapması halinde onların iktidarı ellerinden gidecekti, iktidar koltuğunun gideceğinden korkan aristokrat ve soylu kişiler bu sebeple halka şöyle seslenmeye başladılar. “Ey millet, bizi dinleyin. Bu adam sizi kandırıyor. Peygamberlik diye bir şey yoktur. Bunların hepsi kandırmacadır. Bu adam bizim koltuğumuzu bizden almak istiyor. Arkadaşlar, biraz düşünün; bu adamın sizden ne üstün tarafı var? Sizin gibi et ve kemikten yapılmıştır. Sizin gibi bir insandır, sizin gibi insanî ihtiyaçları vardır. Diğer İnsanlar gibi bu da pek çok şeylere muhtaçtır. Bu peygamber,, bir dinî lider böyle mi olur? Madem ki, o hiçbir şekilde sizden üstün veya sizden farklı değildir, o zaman ne diye onun sözlerine kanıyorsunuz?” Bu konuşma tarzı gösteriyor ki, Âd kavminin ileri gelenleri kendilerini iktidarın rakipsiz sahibi sayıyorlardı ve bunu bir hak olarak kullanıyorlardı. Onlar da diğer İnsanlar gibi etten ve kemikten yapılmışlardı ve de diğer İnsanlar gibi duygu ve tutkuların esiriydiler. Ama, bu hususların, kendilerinin iktidar sahibi olmalarına mani olduğunu düşünmüyorlardı. Kendilerini doğuştan iktidara lâyık görüyorlardı. Kısacası, Âd kavminin ileri gelenleri, Nûh kavminin ileri gelenleri de ancak siyaset ve iktidara talip olanlara ve hatta lâyık olanlara karşıydılar. Halbuki bu iktidar açlığı onları hiç rahatsız etmiyordu. Çünkü onlar iktidarı doğal bir yiyecek olarak görüyorlardı ve bunun midelerini bozacak kadar fazla yemekten de çekinmiyorlardı!
25.2.10.7. Hz. Muhammed (a.s.)’in Kâhin Olduğu veya Kendisine Şeytanların Geldiğine Dair İddialar
Mekkeli kâfirler sürekli olarak Hazreti Peygamber (a.s.)’in kâhin olduğu ve kendisine meleklerin değil şeytanların “Kur’an” denilen kelâmı getirdiklerini öne sürüyorlardı. Kâfirlerin bu suçlamalarına Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde temas edilmiştir.
“O halde (ey habibim) sen öğüt ve nasihate devam et. Sen Rabbinin nimeti sayesinde ne kâhinsin ne de bir mecnun.” (Tûr; 29)
“Kâhin” kelimesi Arapçada falcı, gaipten haber veren ve akıllı bir kimse için kullanılıyor. Cahiliyye döneminde kâhinlik belli bir meslekti. Kâhinler, astronomi uzmanı olduklarını, ruhlar, cinler ve şeytanlarla özel bir ilişki içinde olduklarını ve dolayısıyla, gaipten ve gelecekten haber verebildiklerini iddia ediyorlardı. Zayıf inançlı kişiler de bunların dediklerine inanıyorlardı. Kâhinler, kaybolan bir şeyin nerede olduğunu, çalınan bir malın hırsızının kim olduğunu, insanların kaderinde neler yazılı olduğunu v.s. açıklayabileceklerini iddia ediyorlardı. Kâhinlerin bazısı zaman zaman çeşitli bölge ve mahalleleri gezer ve bağırarak müşteri arardı. Bazen da müşteriler kendilerine gidip hediye ve ücret vererek bazı konularda bilgi edinirlerdi. Kâhin ve falcıların belli bir kıyafeti ve görünümü vardı. Ayrıca, kullandıkları lisan da halkınkinden değişik, yani daha ağdalı ve kafiyeli olurdu. İfade ve üslûpları da karışık, muğlak ve yuvarlak olurdu. Böylece, herkes bu ifadelerden kendi durumuna göre anlamlar çıkarabilirdi. Hz. Muhammed (a.s.) normal insanların bilemediği ve anlayamadığı bazı şeyler söylüyordu. Meselâ, Allah’tan bir meleğin geldiği ve kendisine vahiy getirdiği gibi. Kimsenin göremediği bu meleğin getirdiği kelâm da gayet tesirli ve süslüydü. Bu sebeple, Kureyşli kabile reisleri halkı kandırmak maksadıyla “kâhinlik ve “falcılık” ünvanını derhal Hz. Peygamber (a.s.)’e yakıştırdılar. Ne var ki, bu iddia ve itham pek inandırıcı değildi. Zira, kâhinlerin mesleğini, kılık kıyafetini, konuşma ve hareketini bilmeyen bir Arap yoktu. Herkes, kâhinlerin ne iş yaptıklarını, ne için kendilerine geldiklerini, kendilerine hangi konularda bilgi verdiklerini, konuşma ve ifadelerinin nasıl olduğunu bilirdi. Bu kâhinin mevcut akidelere, kurulu düzene karşı ses çıkarması ve sabahtan akşama kadar hep bunun için çalışması, bu uğurda her şeyini feda etmesi, herkesin düşmanlığını kazanması ve hiçbir maddî kazanç gütmemesi düşünülemezdi. Bu yüzden, Hz. Muhammed (a.s.)’e yakıştırılmak istenen “kâhinlik” ve “falcılık” hiçbir Arab’a inandırıcı gelmedi ve kimse bu iddia ve ithamı ciddi bulmadı. Bundan dolayıdır ki, bu iddia ve ithamın tekzip edilmesi için bir delil sunulmaya gerek duyulmadı. Bu iddia ve ilham kendi kendini tekzip ediciydi. Allah’ın bunu yalanlamaya ihtiyacı yoktu. Dolayısıyla Cenâb-ı Allah, ey habibim, insanları uyarma ve Hak dinini yayma çalışmalarına bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da hiç tereddüt etmeden ve hiç sarsılmadan devam et; çünkü senin kâhin ve mecnûn olmadığın herkesçe bilinen bir husustur” demekle iktifa etti.
“O (Kur’an) da, Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytanın sözü değildir. O halde nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir; 25-26)
Yani, ey Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed (a.s.)’e Şeytan’ın geldiği ve bazı sözler söylediği, O’nun da bu sözleri tekrarladığı yolundaki düşünceniz tamamıyla yanlış ve asılsızdır. Şeytan, bir kerre Allah’ın huzurundan kovulmuş ve lânetlenmiş bir yaratıktır. Şeytan intikam ateşi ile yanan ve insanları Allah’a karşı ayaklandırmaya çalışan bir mahlûktur. O’nun iyi ve hayırlı bir iş yapmasına imkân var mıdır? Şeytan, insanları şirk ve putperestlikten uzaklaştırıp Tevhid’e ve risâlete götürebilir mi? İnsanları cehalete, dalâlete ve dinsizliğe sürüklemekten zevk duyan, onların Allah’a karşı isyan bayrağını çekmelerinden memnun olan İblis, Allah’a itaat etmeleri için çalışabilir mi? İblis, cahilane örf ve adetler, ahlâksızlık ve sapıklık yerine güzel ahlâk, fazilet, adalet, takva ve hikmeti teşvik ve tesis edebilir mi?
“Kur’an-ı şeytanlar indirmedi. Kur’an’ı indirmek onlara uygun düşmez. Buna güç de yetiremezler. Şeytanlar (vahyi) işitmekten uzaklaştırılmışlardır.” (Şuara; 210-212)
Kureyşli kâfirlerin, Hz. Rasûl-i Ekrem (a.s.)’e karşı açtıkları yalan kampanyasının en zor yanı, Kur’ân şeklinde insanlara ulaşan ve onları müthiş bir şekilde etkileyen muazzam ve şaşırtıcı Kelâm’ı küçümsemeleri ve halkın gözünden düşürmeye çalışmalarıydı. Bu Kelâm’ın halka ulaşmasını önlemelerine imkân yoktu. Ama insanları buna karşı yanıltmak ve bunun tesirini azaltmak için ne yapılabilirdi? Bu çok zor bir şeydi ve kâfirler şaşkınlık içinde Rasûlullah (a.s.)’a çeşit, çeşit saçma sapan ithamlarda bulunmaya başladılar. Onlara göre Hz. Peygamber (a.s.) bir kâhindi ve diğer kâhinler gibi çeşitli konularda şeytanlardan bilgi alıyordu. Bu suçlamayı da en ağır silahları olarak kullanıyorlardı. Kanılarınca, melekler gibi şeytanlar da görülmez yaratıklar olduğu için bu suçlamaları kolayca halkın kafalarına sokabileceklerdi. Nasıl ki kimse, bir meleğin Hz. Peygamber (a.s.)’e geldiğinin farkına varamıyordu, bir şeytanın geldiğini söyledikleri zaman da herkes buna inanmış olacaktı. Bu suçlamanın reddi için ortada herhangi bir delil yoktu ve bulunması da zordu. Fakat, Cenâb-ı Allah dedi ki, bu son derece saçma bir suçlamadır. Zira, Hz. Muhammed (a.s.)’e indirilen kelâm’ın şekli ve muhtevasıyla şeytanların yakından veya uzaktan hiçbir ilişkileri yoktu. Bu gibi yüce kelâm ve bu kadar temiz mesaj ve öğreti şeytanlara yakışmaz. Akıl ve mantık sahibi bir insan, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen tevhid, risâlet, din, ahlâk ve fazilet ile ilgili talimatın şeytanlardan gelemeyeceğine derhal hüküm verebilir. Araplarda pek çok kâhinler vardı. Onların kılık, kıyafetleri, konuşmaları ve çalışmaları herkesin gözünün önünde idi. Şeytanların bu kâhinler vasıtasıyla din ve ahlâk dersini verdiklerine hiç rastlanmamıştı. Şeytanlar tek Allah’a ibadete ve itaate çağırabilirler mi? Şeytanlar, insanların peygamberlere ve ahirete iman etmelerini isteyebilir mi? Şeytanlar insanları şirk ve putperestlikten menedip iyilik, doğruluk ve dürüstlüğe çağırabilirler mi? Onlardan böyle şeyler beklenebilir mi? Onların işi fesad ve fitne yaratmaktır, insanları doğru yoldan kötü yola ve günahlara çekmektir. Arabistan’da kâhinlere ne gibi sorular sorulurdu? Aşık sevgilisine kavuşacak mı? Kumarda kazanç sağlayacak taktik ne olmalı? Düşmanı alaşağı etmek için ne yapmalı? Falanca adamın devesini kim çalmıştır? Bu ve buna benzer sorular. Bu gibi günlük ve olağan işlerin dışında kâhinler ile şeytanlar insanların ıslâhı, kötülükten korunmaları ve âhirete hazırlanmalarıyla ne zamandan beri ilgilenmeye başladılar? Doğrusu, şeytanlar bu işleri yapmaya kalkışsa bile yapamazlar. İnsanların iyilik hocası ve dürüstlük rehberi olamazlar ve her şey bir yana, Kur’ân-ı Kerîm gibi Mu’cizevi bir kelâm getiremezler.
Yukarıdaki ayette, şeytanların Kur’ân-ı Kerîm’i Hazreti Peygamber (a.s.)’e okumaları ve anlatmaları şöyle dursun, bunun yanına bile yaklaşmalarının imkânsız olduğu belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Cenâb-ı Allah’tan, Ruh-ul Emîn Hz. Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed (a.s.)’e gelişine kadar şeytanın bunu dinlemesine imkân yoktur. Bu iş azamî gizlilik içinde oluyordu ve bunu Cenab-ı Allah, melek ve Hz. Peygamber (a.s.)’den başka kimse bilemezdi. Umumi tebliğ ve telkin devresi bundan sonra başlar.
25.2.10.8. Bazı Kimselerin Hz. Peygamber (a.s.)’e Bazı Şeyler Öğrettikleri Yolundaki Suçlama
Kureyşli kâfirler, bir yandan hâşâ şeytanların Rasûlullah (a.s.)’a Kur’an indirdiklerini ileri sürüyorlar diğer yandan da, bunun tam aksine, kendisinin Kur’ân-ı Kerîm’i bazı kimselerden öğrenerek halka iletmekte olduğunu söylüyorlardı:
“Sonra ondan yüz çevirip şöyle dediler: ‘Öğretilmiştir, mecnundu.” (Duhan; 14)
Mekkeli kâfirler demek istiyordu ki, bu aslında saf ve dürüst bir insandır, ama bazı kimseler tarafından kandırılmıştır. Onlara göre, bu meçhul kimseler Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm’i gizli okuyor ve o da sonra halka iletiyordu. Bu kimseler rahat bir hayat sürerken Hz. Peygamber (a.s.) okuduğu kelâm yüzünden halkın tepkisiyle karşılaşıyor, onların küfürlerine, taşkınlıklarına hedef oluyordu. İşte kâfirler, bu bahaneleri uydurarak, Rasûlullah (a.s.)’ın senelerdir çile çekerek anlatmak istediği Kur’ân-ı Kerîm’i ve bu hususta kendilerine sunmakta olduğu delil nasihat ve talimatı bir anda geçersiz kılmaya çalışırlardı. Bu suretle, ne Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen ciddi konulara dikkat ederlerdi, ne bunu kendilerine iletmekte olan Rasûlullah (a.s.)’ın yüce ve temiz kişiliğine bakarlardı ve ne de kendilerinin ne kadar saçmaladıklarını düşünürlerdi. Hz. Peygamber (a.s.)’e gizli gizli Kur’ân-ı Kerîm anlatacak bir kimse olabilir miydi? Buna imkân var mıydı? Bu, sözde Kur’ân öğreticileri, Hz. Muhammed (a.s.)’in yakın çevresindekilerden, meselâ, Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Zeyd bin Haris ve Hz. Ebû Bekr v.s.’den saklı kalabilir miydiler? Eğer gerçekten böyle kimseler olsaydı, bu zevâtın Hz. Muhammed (a.s.)’in davetini ilk önce bütün kalpleriyle kabul etmeleri mümkün olabilir miydi? Şayet Hz. Peygamber (a.s.)’in peygamberliğinde bir bit yeniği olsaydı, bu zevat bunu ilk fırsatta açığa vurmaz mıydı? Böylesine önemli bir şeyi ömürleri boyunca halka duyurmaktan kaçınabilirler miydi?
“And olsun, Biz onların: ‘Kur’an-ı Muhammed’e bir insan öğretiyor’ dediklerini biliriz. Haktan yaparak kendisine nispet edecekleri (farz edilen kişi)nin lisanı Acemi’dir. Bu (Kur’ân’ın dili) ise fasih ve apaçık Arapçadır.” (Nahl; 103)
Mekkeli kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı öğrettiklerini sandıkları bazı kimselerin isimlerini de veriyorlardı. Hadislerde bu hususta bazı isimlere rastlanmaktadır. Bunlardan biri, Amir bin el Hadrami’nin Bizanslı bir kölesi olan Cebr’di. Başka biri, Âiş veya Ya’îş adında Huveylib bin Abdul-Uzzâ’nın kölesiydi. Başka bir hadiste, künyesi Ebû Fukeyhe olan ve Mekkeli bir kadının hizmetçisi olan Yesar’ın ismi geçiyor. Başka bir hadis yine Bel’ân veya Bel’âm isimli Bizanslı bir köle ile ilgilidir. Bu kişilerden hangisi kastedilmişse edilsin, bunların Tevrât ve İncil hakkında az çok bilgileri olduğu için ve Hz. Muhammed (a.s.)’i de tanıdıkları için Kureyşliler, hiç çekinmeden ve hiç düşünmeden, bunlardan birinin veya birkaçının, Kur’ân-ı Kerîm’i yazıp halka okumak üzere Rasûlullah (a.s.)’a verdiğini, Rasûlullah (a.s.)’ın da bunu Allah’ın kelâmı diyerek halka sunmakta olduğunu iddia ediverdiler.
Bu iftira ve itham, Mekkeli kâfirlerin ne kadar sorumsuzca hareket ettiklerini ortaya koyuyor. Kâfirler bu davranışlarıyla, çağdaşları olan dahilerin değerinin ne kadar hiçe sayıldığının ve ne kadar acımasız ve haksız suçlamalara maruz kaldıklarının yeni bir örneğini veriyorlardı. Arap’ların içinden, insanların tarihinin, o zamana kadar benzeri görülmeyen ve kıyamete kadar da görülmeyecek olan bir şahsiyeti doğmuştu ve onlara akıllara durgunluk verecek ve keskin kılıç gibi etkisi olan bir kelâm sunuyordu; ama gözleri kör olan ve akılları kaybolmuş olan Arap’lar bu dahiyi görmek ve kabul etmekten kaçıyorlardı. Onların gözünde birazcık Tevrat ve İncil okuyabilen Acemi bir köle, insanlık tarihinin bu büyük dahisinden daha bilgili ve kıymetli görünüyordu. Akıllarına göre, bu paha biçilmez elmas, parıltısını bir kömür parçasından alıyordu!
25.2.10.9. Rasûlullah (a.s.)’a Vahiylerin Gelmesiyle İlgili Apaçık Bir Delil
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’nın kıssasını anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
“Biz Musa’ya bu emri vahyettiğimiz zaman, sen (Habibim) Tûr’un ban tarafında değildin, akitlerden de değildin. Fakat, biz, Musa’dan sonra birçok ümmetler yarattık da, onların üzerine ömür uzadı. Sen Medyen halkı içinde durup ta ayetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değilsin. Ancak biz seni peygamber olarak gönderdik. Ve sen, Musa’ya nidâ ettiğimizde Tur’un yanında değildin. Fakat sen Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Tâ ki, senden önce kendilerine bir peygamber gelmemiş olan bir kavmi inzar edesin. Olur ki nasihat kabul ederler.” (Kasas; 44-46)
Burada üç husus, Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberliğinin delili olarak bize sunulmuştur. Bu üç hususla da Hz. Peygamber (a.s.)’in bilgi kaynağının vahiyden başka bir şey olmadığı vurgulanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususlar üzerinde durulduğu zaman Mekkeli kabile reisleri ve hemen hemen bütün kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)’in hâşâ sahte bir nebi olduğunu ispatlamaya seferber olmuşlardı. Onlara yardım etmek üzere Hicaz’da bazı Yahudi ve Hıristiyan âlim, rahip ve bilginler de vardı. Fakat, Hz. Muhammed (a.s.) başka bir dünyanın insanı değildi ve oralardan gelip Kur’ân-ı halka okuduktan sonra geldiği yerlere tekrar dönmüyordu. Aksine Hz. Muhammed (a.s.) bir Mekkeliydi. Mekke’de doğup büyümüştü. Hayatının hiçbir safhası ve yanı çevredeki insanlardan ve akrabalardan saklı değildi. Onun için, yukarıdaki ayette, Hz. Muhammed (a.s.)’e geçmişin peygamberleri hakkındaki bilginin doğrudan Cenâb-ı Allah tarafından verildiği ısrarla tekrarlandı ve bütün Mekke ve Hicaz’dan kimse çıkıp ta bugün şarkiyatçıların yaptıkları saçmalıkları yapmadı. Mekkeli müşrikler yalan ve iftira uydurmakta bugünkü oryantalistlerden geri değillerdi, ama bir şeyi bile bile ve herkesin önünde nasıl yalanlayabilirlerdi? Onların bildiği bir Yahudi veya Hıristiyan âlim var mıydı ki, bu zât Hz. Muhammed (a.s.)’e Kur’ân-ı öğretmiş olsun? Böyle bir zâtın ismini veremezlerdi; çünkü herkes bu iddiayı reddedebilirdi. Mekkeli kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in bir kütüphanesi olduğunu da ileri süremezlerdi. Hz. Peygamber (a.s.)’in okuma yazması olmadığını herkes biliyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in aynı zamanda Süryanice, İbranice ve Yunanca kitapları ve eski metinleri Arapçaya ustaca çevirecek bir mütercimden yararlandığı da söylenemezdi. Arapların en hayasızı bile, Hz. Muhammed (a.s.)’in Suriye’ye ve Filistin’e yaptığı birkaç ticari seyahati sırasında Kur’ân ile ilgili bilgileri topladığını da söylemeye cesaret edemezdi. Zira bu seyahatler yalnız başına yapılmamıştı. Mekkeliler her zaman onun yanında idiler. Bunlar, Hz. Peygamber (a.s.)’in hiçbir Hıristiyan ve Yahudi rahip veya din adamından bir Kur’ân yaratacak bilgi edinmediğini pek iyi biliyorlardı. Rasûlullah (a.s.)’ın öbür dünyaya intikâlinden iki sene sonra müslümanlar Bizanslılara meydan okumaya başlamışlardı. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) gerçekten Suriye’de veya Filistin’de herhangi bir Yahudi veya Hıristiyan âlimden elle tutulur bir şey öğrenmiş olsaydı, Bizanslı ve diğer İslâm düşmanları bu olayı şişirerek bütün dünyaya duyurmaya çalışacaklardı ve diyeceklerdi ki, (hâşâ) “Muhammed (a.s.) her şeyi bizden öğrenmiştir ve Mekke’ye döndükten sonra kendini peygamber ilân etmişti.” Şunu unutmayalım ki, Hz. Peygamber (a.s.)’i ve Kur’ân-ı Kerîm’i kendileri için daha tehlikeli sayan ve bu itibarla bunlara daha şiddetli bir muhalefet göstermek ihtiyacını duyan Arap müşrikler ile Bizanslılar ve diğer İslâm düşmanları herhalde bugünkü oryantalistlerden daha atik ve atak davranacaklardı. Ama ne çare ki, İslâmiyet’i ve İslâm peygamberini küçük düşürecek ve müdafaaya çekilmeye zorlayacak herhangi bir zaaf noktasını bulamamışlardı. Onlar bütün gayretlerine rağmen Hz. Peygamber (a.s.)’in bilgi kaynağının vahiyden başka olduğunu ispat edememişlerdi. Durum böyle iken bugün sözde âlim ve şarkiyatçıların, Rasûlullah (a.s.)’ın bütün bilgilerini şu veya bu Hıristiyan rahip ve din adamından aldığını iddia etmelerine ne demeli?
25.2.10.10. Rasûlullah (a.s.)’ın (Hâşâ) Mecnûn Olduğuna Dair İddia
Kureyşli kâfirlerin Hazreti Peygamber (a.s.)’e yönelttikleri mesnetsiz suçlama ve saçma sapan iftiralardan biri de, onun (hâşâ) mecnun, deli ve çılgın olmasıyla ilgiliydi. Kâfirler, aynı anlamda Hz. Peygamber (a.s.)’in büyülenmiş ve cinlere çarpmış olduğunu da söylüyorlardı. Kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’in bir cinin etkisi altında olduğunu da öne sürüyorlardı. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu hususta şöyle demiştir:
“Ve, ‘biz, ilâhlarımızı, divâne bir şair için hiç bırakır mıyız’ derlerdi.” (Sâffât; 36)
Kur’ân-ı Kerîm’de başka yerlerde şöyle denilmiştir;
“O zâlimler, “siz âncak bir sihre mübtela olmuş bir adama tabi oluyorsunuz’ dediler.” (Furkan; 8)
Başka bir yerde de şöyle buyurulmuştur:
“Yoksa, ‘onda bir delilik’ var mı diyorlar.” (Mü’minûn; 70)
Arapların bütün bu itiraz ve suçlamalarının anlamı aynıydı. Zira, onlara göre bir kişinin deliliğinin iki sebebi vardı: Ya biri büyü yaparak onu çılgına çevirmiştir, ya da onu bir cin tutmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de müşriklerin bu itiraz ve ithamları, onların Rasûlullah (a.s.)’a muhalefet konusunda ne kadar acımasız ve insafsız olduklarını göstermek maksadıyla kaydedilmiştir. Bütün bu ilham ve itirazlar ciddiye alınacak neviden değillerdi. Bu sebeple, bunlara açık herhangi bir cevap verilmeden bunların sadece tekrarlanması ve hatırlatılması kâfi görüldü. Bu itirazlara sadece işaret edilmesi, muhaliflerin delil akıl ve mantıktan ne kadar yoksun olduklarını göstermeye kâfi idi. Şimdi, Allah’ın bir kulu ortaya çıkıyor ve müşriklere diyor ki, “ey ahali, dininiz, medeniyetiniz ve kültürünüz yanlış ve çürük bir akideye dayanıyor. Bu akide ve inanç sisteminin temelden sakat olmasının delilleri şunlar şunlardır…” Buna cevap verenler, herhangi bir inandırıcı delil vermiyor ve sadece alaylı ve küçültücü bir söz söylüyorlar, “sen delisin”, “sana cin çarpmıştır”. Bu Allah’ın kulu kâinat nizamının tümünün Tevhid’e dayalı olduğunu söylüyor ve bunun gerekçelerini bir bir ortaya koyuyor. Buna cevap olarak bir gürültü kopuyor, “sen bir sihirbazsın.” Yine bu insan kendilerini ikaz ediyor, “bakın ey Mekkeliler, Siz dünyaya deve veya öküzler gibi gönderilmemişsinizdir. Dünyaya gelmenizin bir amacı vardır. Siz yine Rabbinize döndürüleceksiniz. Orada, amelinizin hesabını Rabbinize vereceksiniz.” Ve bu sözlerin lehinde ahlâki, tarihi, ilmi ve mantıkî deliller sıralıyor. Kendisine karşılık veriliyor; “sen şairsin”. Aynı kişi diyor ki, “ey İnsanlar, ben size Allahu Teâlâ’dan Hakk’ı getirmişimdir. Sizi Hakk’a davet ediyorum. Bu davetin icapları şunlardır…” Cevap verilirken Hakk’a davetin tahlili yapılmıyor; bunun muhtelif yanları tartışılmıyor. Sadece basit bir itham ve iftira yapılıyor: “Bütün bunlar başka bir yerden çalınmıştır.” Allah’ın peygamberi, nübüvvetinin lehinde Kur’ân-ı Kerim gibi Mu’cizevi bir kelâm sunuyor, bu hususta kendi hayatını ve karakterini bir örnek olarak gösteriyor ve getirdiği talimat ve telkinin kendisine tabi olanların hayatında ne büyük bir değişiklik yaptığına dikkatlerini çekiyor. Ama muhalifleri bunlardan hiçbirine temayül etmiyor ve kendisine ancak şu soruları soruyorlar: “Sen niye bizim gibi yemek yiyorsun, niye bizim gibi çarşı ve pazarlarda dolaşıyorsun? Senin sözlerini doğrulamak için yanında niçin bir melek yoktur? Sen neden bağ, bahçe ve büyük bir hazinenin sahibi değilsin?” v.s. Bu durum, kimin haklı, kimin haksız, kimin acz içinde olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
“(Habibim) de ki: ‘Ben âncak size bir şeyle öğüt veriyorum. Allah’a halis olarak buradan ikişer, teker teker kalkınız. Ve iyice düşününüz ki, arkadaşınızda divanelik yoktur. O, ancak sizin için bir nezirdir. Sizi önünüzdeki şiddetli azaptan korkutur.” (Sebe; 46)
Yani, garaz, kin, nefret, şahsi menfaat ve taassuplarınızı bir yana bırakıp ciddi ve soğukkanlı bir biçimde söylediklerimi düşünün. Herkes ister tek başına ister ikişer ikişer gruplar halinde bir araya gelip durumun muhasebesini yapsın. Düne kadar en çok güvendiğiniz, inandığınız, emin dediğiniz ve aralarınızda en akıllı bildiğiniz kişiye bugün niçin deli diyorsunuz? Biraz geriye giderek nübüvvetten kısa bir süre önce meydana gelen olayı hatırlayınız. Kâ’be’nin yeniden inşaatından sonra Hâcer-i Esved’in yerleştirilmesi konusunda Kureyşli kabileler arasında neredeyse bir harp patlak verecekti. O zaman siz oybirliğiyle Hz. Muhammed (a.s.)’i hakem seçmiştiniz ve Hz. Muhammed (a.s.)’de hepinizi tatmin edecek bir şekilde meseleyi halletmişti. Bu kişinin akıl ve zekâsı böylesine ispatlandıktan sonra ne diye bugün kendisine “mecnun” ve “deli” diyorsunuz. İnatçılığınız ve ısrarınız bir yana, ama ağzınızdan çıkanlara gerçekten inanıyor musunuz? O sizi büyük bir azap gelmeden önce ikaz ediyor, sizi iyiye, güzele doğru götürmek istiyor. Bu bir suç mudur? Bunun için mi ona “mecnun”, “şair” ve “büyülenmiş” diyorsunuz?
“Yoksa, ‘onda bir delilik var mi’ diyorlar.” (Mü’minûn; 70)
Yani, Arap müşrikler gerçekten Hz. Muhammed (a.s.)’in bir mecnun olduğuna inanarak mı ona muhalefet ediyorlar? Gayet tabii ki, hayır. Çünkü karşı çıkmalarının sebebi bambaşkadır. Ağızlarıyla ne söylerlerse söylesinler, içlerinden Hz. Muhammed (a.s.)’in normal bir insan olduğunu, aklî dengesinin bozulmadığını, hatta akıl ve mantıkta kendilerinden üstün olduğunu pekâla biliyorlar. Ayrıca, normal bir insan ile deli bir kişi arasındaki fark öylesine az değildir. Ancak inatçı ve akılsız bir insan, Kur’ân-ı Kerîm gibi büyüleyici bir kelâm’ı (hâşâ) bir divâne’nin hezeyanları olarak düşünebilir. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatı, yaşantısı ve karakteri kimseden saklı mıydı? Onu gören ve onunla tanışan bir kişi kendisinin deli divane olduğunu söyleyebilir miydi? Bundan daha saçması, bugünkü Batılı şarkiyatçıların hezeyanlarıdır. Bu kendilerini bilmez İnsanlar, bugün kalkıp Hz. Peygamber (a.s.)’in arada sırada sara nöbetine tutulduğunu ve bu durumda ağzından vahiy denilen sözler döküldüğünü iddia edebilmektedirler. Bunlara sormak gerek, sara nöbetine tutulan bir kişinin kelâmı dünyanın kaderini değiştirecek mahiyette olabilir mi? Sonra, Hz. Muhammed (a.s.), bu uluslararası ve evrensel hareketin başına geçip bunun fiilen gerçekleşmesi için pratik örnekler vermedi mi? (Hâşâ) deli ve sara nöbetine tutulan bir kişiden bu gibi şeyler beklenebilir miydi?
“(Habibim) Sen Rabbinin nimeti ile bir mecnûn değilsin. Sana, tükenmez bir ecir vardır. Sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem; 2-4)
Burada şu hakikati unutmayalım ki, burada görünürde Hz. Nebi’yi Kerîm (a.s.)’e hitap edilmişse de asıl muhatap kâfirlerdir. Maksat, kâfirlerin töhmet ve iftiralarına cevap vermekti. Bu bakımdan, kimse, bu ayetlerin Cenâb-ı Allah tarafından, Hz. Muhammed (a.s.)’e onun (hâşâ) mecnun veya deli olmadığına inandığını bildirmek için indirildiğini düşünmesin. Gayet tabii ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi durumu hakkında herhangi bir şüphe veya tereddüdü yoktu. Dolayısıyla, kendisine bu hususta herhangi bir teselli veya teminat verilmesi de söz konusu olamaz. Burada muhataplar kesinlikle kâfir ve müşriklerdir ve kendilerine deniliyor ki, siz Kur’ân-ı Kerîm yüzünden Rasûlullah (a.s.)’ın deli olduğunu iddia ediyorsunuz. Ama bu yüce kitap zaten sizin iddialarınızı çürütecek mahiyettedir. Elbette, bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) için teselli edici bir cümle söylenmiştir. Kendisi için öbür dünyada büyük bir mükâfat var olduğu müjdelenmiştir. Bunun sebebi de, İslâmî daveti Mekkelilere ve diğer Araplara sunarken maruz kaldığı hakaret ve eziyetlerdi. Cenâb-ı Allah demek istiyor ki Hz. Peygamber (a.s.) bu acı ve eziyetlerine karşılık âhirette büyük bir ödüle kavuşacaktır.
Daha sonra, Hz. Peygamber (a.s.)’in ahlâk ve faziletinin büyüklüğüne dikkat çekilmiştir ve onun güzel ahlâklı oluşunun, zaten kâfirlerin kendisinin deli olduğuna ilişkin ileri sürdükleri iddiaları reddedecek nitelikte olduğu kaydedilmiştir. Güzel ahlâk ve iyi karakterle delilik bir arada olamazlar. Deli veya mecnûn şuurunu kaybetmiş, aklî dengesi bozulmuş bir kişiye denilir. Bunun aksine, güzel ahlâk bir kişinin aklının başında olduğunun bir delilidir. Rasûlullah (a.s.)’ın güzel ahlâkı ve dürüst karakterinden Mekkeli müşrikler habersiz değillerdi. Bu sebeple, bu ayetlerde bu hususa işaret etmek bile Mekkeli müşriklerin ne kadar hayasızca ve insafsızca davrandıklarını göstermeye yeterdi. Aynı sözler bugün Rasûlullah (a.s.)’a delilik ve sara hastalığını yakıştırmaya çalışan sözde âlim, araştırmacı ve oryantalistler için de söylenebilir. Kur’ân-ı Kerîm bugün dünyanın her köşesinde rahat bulunabilir bir kitaptır. Hz. Peygamber (a.s.)’in sireti hakkında yazılan sayısız kitaplar da her yerde rahatça bulunabilir. Herkes Kur’ân-ı Kerîm’i ve Hz. Peygamber (a.s.)’in sireti hakkındaki kitapları okuyarak müşrikler ile oryantalistlerin iftira ve yalanlarını anlayabilir.
“Düşünmediler mi ki, sahiplerinde delilik ve cinnet yoktur. O, apaçık bir nezir (korkutucu) den başka bir şey değildir.” (A’râf; 184)
Burada kullanılan “sahipleri” kelimesinden Hz. Peygamber (a.s.) kastedilmiştir. Zira, Hz. Peygamber (a.s.) Mekke’de doğmuştu ve Mekkeliler arasında doğup büyümüştü. Rasûlullah (a.s.), Mekkelilerin çok iyi bildiği ve tanıdığı bir kişi idi. Peygamberliğini ilân etmesinden önce Mekke ahalisi ve diğer Araplar kendisinin akıllı ve zeki bir kişi olduğunu biliyorlardı. Ama ne zaman ki peygamberlik payesine yükseldiğini ve Allah’ın kelâmının kendisine indiğini açıkladı, o zaman Mekkeliler onun bir mecnun ve divâne olduğunu iddia etmeye başladı. Demek ki, bu delilik yakıştırması peygamberliğinden önce söylendiği sözler ve yaptığı hareketlerle ilgili değil, peygamberlikten sonraki söz ve davranışlarıyla ilgiliydi. Bu sebeple, burada deniliyor ki, bunlar hiçbir zaman düşünmeye zahmet etmişler midir? Rasûlullah (a.s.)’ın söyledikleri sözler ve yaptığı tebliğlerden hangisi tutarsız ve şuursuzdur. Bunlardan hiçbiri bir deli veya çılgının sözleri olabilir mi? Bu ebedi parçalar, bu hikmet dolu sözler akli dengesi bozuk olan bir kişinin ağzından çıkabilir mi? Rasûlullah (a.s.)’ın söyledikleri inkâr edilmez bir gerçektir. Kendisine karşı olanlar yerle göğün kuruluşu, işlemesi, Allah’ın yarattığı mahluklar ile eşya ve diğer sayısız alâmeti görür ve tarafsızca incelerlerse, şirkin reddi, Tevhid’in ispatı ve Rabb ; itaat ile ilgili daveti ve insanların Allah’a karşı sorumlulukları hakkında hemşehrileri ve arkadaşlarının anlattığı şeylerin doğru ve yerinde olacağını göreceklerdir:
25.2.10.11. Rasûlullah (a.s.)’ın Şair Olduğuna Dair Suçlamalar
Kureyşli kâfirler, Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’in bir şair olduğunu da iddia ediyorlardı. Kâfirler, bir şair ve mecnûn’un sözlerine kanarak atalarının mabudlarını ve geleneklerini terk edemeyeceklerini söylüyorlardı. Bu iddialara cevap olarak denildi ki;
“Şairlere sapık ve azgınlar tabi olurlar.” (Şuara; 224)
Yani denilmek isteniyor ki, şairlerin peşine takılan kişilerin ahlâk, huy, alışkanlık ve temayülleri, Rasûlullah (a.s.)’a tabi olan imanlı inançlı ve güzel ahlâklı kişilerden çok farklı olurlar. Her iki grup arasındaki fark o kadar bariz ve açıktır ki bunlar bir bakışta ortaya çıkarılabilir. Bir tarafta ciddiyet, doğruluk, dürüstlük, doğru sözlülük, efendilik, kültür ve Allah’tan korkmak vardır. Her konuda her kişiye karşı sorumlu davranmak vardır. İnsanlarla her alışveriş ve muamelede karşı tarafın haklarına dikkat etmek vardır. İşte ve ticarette dürüstlük ve emanet vardır. Bu gruba bağlı olanların ağızlarından hiçbir zaman kötü bir lâf çıkmaz. Her söz ve her harekette hayır vardır, şer ile ilgileri yoktur. Her şey bir yana, kendilerini gören bir kişi yüce bir amaç ve hedef için çalıştıklarını anlar. Gecelerini gündüzlerine katarak Allah rızası için çalıştıklarını görür. Bütün hayatları büyük ve yüce bir gayeye adanmıştır. Beri tarafta aşk var, fuhuş var; seks ve erotizm var. Bu güruha bağlı olanların kafaları pis, düşünceleri pistir. Her zaman kadın, şarap, zina, kumar ve her türlü ahlâksızlığı bir marifet sayarlar. Şiirlerinde başkalarının anne, kız kardeş ve kızlarına dil uzatılır, cinsî ihtiras ve şehvetle gözleri dönmüş bu zümre yüz kızartıcı sözler söyler ve dünyayı rezil eder. Bazen hezeyan, bazen maskaralık, bazen hiciv ve bazen alçaklıkla karşılarındakilere saldırırlar. Birini methederken mübalağanın bütün sınırlarını aşarlar, bazen da düşman ilân ettikleri kişileri yerin dibine batırırlar. Bazen insanları birbirine düşman etmek için nefret, kin ve intikam, ateşini yakarlar ve bazen onları birbirine kırdırırlar. Zevk ve sefanın esiri olan yarı hayvan türündeki bu kişilerin hayatlarında yüksek bir amaç, yüce bir hedef yoktur. Bu iki grup arasındaki bu açık ve kesin farkı görmeyen bir kişi kördür. Fakat bütün bunları biliyor ve buna rağmen Rasûlullah (a.s.) ve etrafındakileri kötülemek ve küçültmek için kuyruklu bir yalan söylüyorsa, demek ki ar ve hayanın bütün sınırlarını aşmıştır.
“Görmez misin ki, onlar (şairler) her vadide dolaşırlar.” (Şuara; 225)
Yani, şairlerin muayyen veya istikrarlı bir çizgisi yoktur. Şairler, her zaman tedirgin, her zaman arayış içinde olan bir zümredir. Düşünceleri ve ifadeleri sabit değildir. Aksine, düşünceleri kör ve topal bir at gibidir, ki her vadide ve mer’ada dolaşıp durur. Zevk, duygu ve ihtiraslar onları her an yeni bir dünyaya götürür. Her zaman hayal âleminde dolaşırlar, gerçeklerden bucak bucak kaçarlar. Sözlerine ve ifadelerine dikkat edemezler. Fevri ve duygusal davranırlar ve nasıl düşünüyorlarsa öyle yazar ve söylerler. Böylece söylediklerinin hak ve hakikatle olan ilgisini unuturlar. Yalan, yanlış, saçma sapan ifadelerde bulunurlar. Keyifleri yerinde olduğu zaman akıllıca ve zekice şeyler de söylerler. Ama karamsar ve ümitsiz oldukları zamanlarda son derece âdi ve ağıza alınmayacak sözler söylerler. Akı kara, karayı ak göstermekte ustadırlar. Bir zalimi mazlum, bir alçağı dünyanın en efendi kişisi olarak ilân etmekten hiç çekinmezler. Bir cimriyi, dünyanın en cömert insanı, bir korkağı da dünyanın en cesur kişisi ilân ederler. Bir şairin kelâmında aynı zamanda Allah’ın büyüklüğü, dinsizlik, maddecilik, maneviyatçılık, iyilik, güzellik, ahlâksızlık, pislik ve temizlik, ciddiyet, maskaralık, kaside, hiciv ve hezeyan gibi mevzular bulabilirsiniz. Şairlerin bu kaypaklık, istikrarsızlık ve kararsızlığını bilenler, Kur’ân-ı Kerîm gibi bir ilâhi kitabı getirenin bir şair olduğuna inanabilirler miydi?
Kur’ân-ı Kerîm’de bir başka yerde Rasûlullah (a.s.)’ın huy ve zevkleri bakımından şairlikle hiçbir ilgisi olmadığı kaydedilmiştir:
“Biz ona Hz. Peygamber (a.s.)’e şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da.” (Yâsin; 69)
Bu öyle bir gerçekti ki, Rasûlullah’ı yakından tanıyan herkes tarafından pekiyi biliniyordu. Muteber hadislere göre Rasûlullah (a.s.) hiçbir şiiri tam olarak hatırlamıyordu. Rasûlullah (a.s.) konuşma sırasında herhangi bir şairin güzel bir şiirini tekrarlamak istediği zaman bunu tam olarak söyleyemezdi ya da bazı kelimelerini hatırlamazdı. Hz. Hasan Basrî (r.a.)’nin rivâyetine göre bir defasında konuşurken Rasûlullah bir şiirin bir mısrasını şöyle okudu: “kefâ bil-îslâmi ve Şeybi lil-mer’i nahiyen” Hz. Ebû Bekr bu mısranın aslında şöyle olduğunu söyledi: “kafa eş-Şeybü vel-İslamu lilmer’i nahiyen.”
Bir defasında, Rasûlullah (a.s.) Abbas bin Mirdas Sülemi’ye sordu, “acaba bu şiir senin mi?: “E’tec’al nehbî ve neheb-el âbîd ve beyn-el ikra’ ve Uyeyne” Abbas bin Mirdas dedi ki son kelimeler şöyledir: “beyne uyeynete vel-ikra'”, Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, “her ikisinin manası aynıdır.”
Hz. Ayşe (r.a.)’ye, Rasûlullah (a.s.)’ın nutuklarında arada sırada şiir kullanıp kullanmadığı sorulduğunda kendisi şu cevabı verdi: “Rasûlullah şiir kadar başka bir şeyden nefret etmezdi. Ama, bazen Beni Kays’ın bir şairinin bir şiirini mırıldardı, fakat her zaman kelimelerin yerlerini değiştirerek.” Rasûlullah (a.s.) bazen bir şiiri yanlış okuduğu zaman Hz. Ebû Bekr onun dikkatini çekerdi. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) derdi ki, “kardeşim, ben şair filan değilim ve şiir bana göre bir iş değildir.” Arap şiirinde genellikle aşk, şehvet, seks, içki, sarhoşluk, kabileler arasındaki nefret ve düşmanlık, savaş, kan dökme ve ırkçılık gibi konular işlenirdi. İyilik ve güzellik gibi temalar çok azdı. Ayrıca, şairler mübalağa, yalan ve iftira, hiciv, övünme, alay, İstihzâ ve boş yere meydan okumaya çok meraklıydılar. Bu sebeple, Rasûlullah (a.s.) Arap şiirine hiç önem vermezdi, hatta şöyle ifadelerde bulunduğu da rivâyet edilmiştir: “Postunuzun kan ve pislikle dolması, şiirle dolmasından daha iyidir.” Fakat Hz. Peygamber (a.s.) iyi ve manalı bir şiiri övmekten geri kalmazdı. Nitekim şöyle buyurduğu da kaydedilmiştir: “Bazı şiirler hikmet dolu oluyor”, Ümeyye bin Ebis-Salt’in şiiriyle ilgili fikrini şöyle dile getirmişti: “Onun şiirleri mü’min (temiz)dir ama kendisi kâfirdir.” Bir defasında sahabelerden biri Rasûlullah (a.s.)’a takriben 100 adet güzel şiirler okudu ve Rasûlullah (a.s.) her defasında “okumaya devam et. Bu şiirlerden daha var mı?” dedi.
“Onlar, yapmayacakları şeyleri söylerler.” (Şuara; 226)
Bu, şairlerin, Hz. Peygamber (a.s.)’in tabiat ve karakterine zıt olan başka bir özelliğiydi. Rasûlullah (a.s.)’ı tanıyan herkes, söylediklerini aynen yaptığını biliyordu. Rasûlullah (a.s.)’ın söz ve fiilindeki âhengi, çevresindekilerden kimse inkâr edemezdi. Buna mukabil, şairlerin bir dediğinin diğerini tutmadığını söylediklerini yapmadığını başkalarına nasihat ettiklerini kendilerinin uygulamadığını herkes biliyordu. Şairler cömertlikten bahsederken aslan kesilirler, herkes ellerinin çok açık olduğunu sanır; ama gerçeğe bakarsanız çok cimri olurlar. Cesaret ve kahramanlıktan söz ederken kendilerinden daha yiğit biri olmadığı intibaını verirler, ama gerçekte belki de çok korkak olurlar. Aynı şekilde, hep kalenderlik ve kişisel onuru yüceltirler fakat fırsat bulduklarında para ve mal hırsı ve üç kâğıtçılıkta bütün sınırları aşarlar. Başkalarının en ufak zaaf ve eksikliklerine dil uzatırlar, ama kendileri ahlâksızca ve alçakça davranırlar. Kur’ân-ı Kerîm’in işareti işte bu tezadadır. Dünyada ahlâk ve fazilet dersini vermeye kalkışan bu âdi ve nâmert kişiler kişilik ve düşüncelerindeki ahlâksızlıklarını ortaya dökerlerse herkes şaşıp kalır.
25.2.10.12. Muhaliflerin İthamlarındaki Tezâd ve Kur’ân-ı Kerîm’in Buna İşareti
Geçen sayfalarda anlattığımız gibi, Mekkeli kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)’e muhtelif iftira ve ithamlarda bulunuyorlardı. Bu iftira ve ithamlardan hiçbiri doğru, tutarlı veya ölçülü değildi. Ayrıca, bu suçlamalar kendi içinde çelişkiliydiler. Kâfirler bu suçlamaları yaparken kendi içlerinde tezada düşüyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm kâfirlerin işte bu zaafına parmak basmış ve yalanlarını yüzlerine vurmuştur:
“O halde (ey habibim) sen öğüt ve nasihate devam et. Sen Rabbinin nimeti sayesinde ne kâhinsin ne de bir mecnûn. Yoksa: ‘O bir şairdir, onun felâket zamanını bekliyoruz’ mu? diyorlar. De ki, ‘bekleyin, bende sizinle bekleyenlerdenim.’ Yoksa onların akılları kendilerine böyle mi emrediyor? Yahut onlar azgın bir kavim midir?” (Tûr; 29-32)
Kur’ân-ı Kerîm’de bu birkaç cümle ile muhaliflerin bütün propagandası boşa çıkarılmış ve maskeleri düşürülmüştür. Burada denilmek isteniyor ki, Kureyşli kabile reisleri kendilerinin çok akıllı ve zeki olduklarını sanıyorlar. Ama şair olmayan bir kişiye şair demek, herkesin akıllı ve zeki olarak kabul ettiği kişiye mecnûn lakabını takmak akıllı bir davranış olabilir mi? Kâhinlikle yakından -uzaktan hiçbir alâkası olmayan bir kişiye kâhin demek doğru bir hareket sayılabilir mi? Meselâ diyelim ki, (hâşâ) Hz. Peygamber (a.s.)’in akli dengesi bozuktu. O zaman ancak delilik veya mecnûn lâkabı kendisine uygun olabilirdi. Fakat bir kişi aynı zamanda nasıl kâhin, şair ve mecnun olabilir? Çünkü eğer mecnun ise ne kâhin olabilir ne de şair. Eğer kâhin ise kendisine ne şair ne de mecnûn denebilir. Bir şairin ilgilendiği konular, ifadesi ve üslubu bir kâhinin faaliyet alanı ve dilinden fersah fersah uzaktırlar. Aynı söz veya kelama hem şiir, hem kehânet diyen bir kişi herhalde şairlik ve kâhinlik arasındaki farkı bilmiyor demektir. Bu açık tezâd gösteriyor ki, kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’e körü körüne muhalefet etme sevdasıyla kendisi hakkında tuhaf ve tutarsız iftira ve ithamlarda bulunuyorlardı.
“Bak, sana nasıl misaller getirip dalâlete düştüler. Onlar, doğru yolu bulmaya güç yetiremeyeceklerdir.” (İsrâ; 48)
Yani, ey Peygamber (a.s.) senin hakkında kâfir ve müşrikler sabit fikirli ve sabit sözlü değillerdir. Bunlar, bugün başka bir şey yarın başka bir şey söylerler. Bazen derler ki, “sen sihirbazsın” bazen da derler ki “sana büyü yapmışlar” Bazen “şair”, bazen “mecnûn” ve bazen “kâhin” derler. Bu çelişkili iftira ve iddialar gösteriyor ki kendileri hakikati bilmezler. Zira, hakikati bilselerdi, her gün yeni bir iddia ve yeni bir iftira ile ortaya çıkmazlardı. Bu tutum ve davranışları aynı zamanda kendi söylediklerine de inanmadıklarını ispatlıyor. Bazen bir ithamda bulunurlar ve bir süre sonra bu ithamın yerini bulmadığını ve inandırıcı olmadığını gördükten sonra ikinci bir ithamda bulunurlar. Bu da uymayınca bir üçüncü itham ortaya atıverirler. Bu suretle, onların her yeni ithamı eski ithamlarını tekzip etmiş olur. Kısacası, bu İnsanlar sadece kin, nefret ve düşmanlık yüzünden sana olur olmaz ithamlarda bulunuyorlar, ki bunların hakikatle hiçbir alâkası yoktur.
“Doğrusu onlar, kendilerine hak geldiği vakit, onu tekzib ettiler. Onlar bu hususta şaşırmış bir haldedirler.” (Kâf; 5)
Burada küçük bir ayette büyük bir konuya temas edilmiştir. Burada denilmek isteniyor ki, kâfirler ve müşriklere Hak geldiği zaman buna sadece şaşmadılar ve akıllarına yatmadığını söylemediler, aksine Hz. Peygamber’i ve davetini de tekzip ettiler. Kâfirler hissî ve fevrî davrandıkları için işin farkında değillerdi. Tekzip ettikleri ve reddetmeye çalıştıkları davetin mahiyetinin ne olduğunu bilmiyorlardı, bu bakımdan görüşleri sabit ve isabetli değildi. Hz. Peygamber’e bazen şair, bazen kâhin ve bazen mecnun diyorlardı. Bazen onun sihirbaz olduğunu bazen da kendisine sihir yapıldığını öne sürüyorlardı. Bazen Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi kuvvet ve iktidarı için bütün her şeyi tezgâhladığını ve bazen da başkalarının kendine akıl hocalığı yaptığını iddia ediyorlardı. Bu çelişkili suçlamalar gösteriyor ki kendileri tam bir çıkmazda idiler. Şayet, Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği daveti ellerinin tersiyle reddetmemiş ve bunu soğukkanlılıkla gözden geçirmeye karar vermiş ve buna göre tavırlarını belirlemeyi uygun bulmuş olsalardı bu tezada ve çıkmaza girmeyeceklerdi. Onlar peşin hükümlü davranmadan, yeni dini kimin getirdiğini, neler söylediğini ve kendi davası lehinde ne gibi deliller vermekte olduğunu öğrenme zahmetine katlamalardı zor bir duruma düşmezlerdi. Çünkü, bu şahıs kendileri için yabancı değildi. Birden bire ortaya fırlamamıştı. Onların hemşehrisi idi, aynı milletin ve kabilenin ferdiydi. Onlar, onun sireti ve karakterinden de habersiz değillerdi. Böyle bir kişinin daveti belki kabul edilmezdi, ama ilk etapta reddedilecek cinsten de değildi. Ayrıca, bu zât davetini mesnetsiz ve delilsiz de sunmuyordu. O davası için birçok deliller veriyordu. Söylediklerine dikkat edilmeli, verdiği deliller ciddi olarak ele alınmalıydı. Fakat, akıl ve mantığın bu yoluna başvurmadan bu daveti derhal reddedince kâfirler ve müşrikler hakikate giden yolu kendi kendilerine kapatmış oldular. Bundan sonra çeşitli yanlış yollara sapmaları gayet tabii idi.
“Onlar, seni gördükleri zaman istihza ederler. Ve, ‘Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur? Eğer sebat etmeseydik, az kalsın bizi ilahlarımızdan saptıracaklardı’ derler.” (Furkan; 41-42)
Gördüğünüz gibi, kâfirler burada aynı zamanda birbirine zıt iki şey söylüyorlar. Meselâ, ilk ayette onların Hz. Peygamber (a.s.) ile alay ettikleri, ona hakaret ettikleri ve hem kendisini hem davetini küçük gördükleri belli oluyor. Hemen bunun ardından ikinci ayette onların Hz. Peygamber (a.s.)’den ve onun mesajından korktukları anlaşılıyor. Bu ayete göre, kendileri Hz. Muhammed (a.s.)’in şahsiyeti ve mesajının gücü ve üstünlüğünden telaşa kapılmışlardı. Kendi dediklerine göre, eğer inat ve taassupla kendi sahte tanrı ve tanrıçalarına dört elle sarılmamış olsalardı, Hz. Peygamber (a.s.) onları mat etmişti bile. Bu, birbirine zıt olan iki görüş, İslam hareketinin, kâfir ve müşrikleri ne kadar telaşlandırdığım ve ne kadar acze düşürdüğünü açıkça ortaya koyuyor. Kâfirler öfke ve telaş içinde Hz. Peygamber (a.s.) ve onun mesajını alaya almaya kalkıştıklarında da aşağılık komplekslerini bir türlü içlerinden atamıyorlardı ve Hicaz’da başlayan ve günden güne güç kazanmakta olan hareket’ten ne kadar korktuklarını giz-ley emiyorlardı.
25.2.10.13. Çeşit Çeşit Mu’cizeler Gösterilmesi İçin İleri Sürülen İstekler
Kureyşli kâfirler bir yandan Hz. Peygamber (a.s.)’i ve Hak davetini kötülemeye çalışıyor ve bu hususta akıl almaz iftira ve ithamlarda bulunuyorlardı, diğer yandan da kendisinin türlü türlü Mu’cizeler göstermesini istiyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de kâfirlerin bu tür bazı isteklerine yer verilmiştir:
“‘Sen bize yerden pınarlar çıkaramazsan sana îman etmeyiz’ dediler. “Yahut, senin hurma ve üzümlerden bir bahçen olsun da, içinden nehirler akmadıkça yine iman etmeyiz’ dediler. ‘Yahut iddia ettiğin gibi göğü parça, parça üzerimize düşürmedikçe veya karşımıza Allah’ı ve melekleri getirmedikçe senin semaya çıktığına da inanmayız’ dediler. De ki, ‘Rabbimi tesbih ve tenzih ederim. Ben, Allah’ın rasûlü bir beşerden başkası mıyım?” (İsrâ; 90-93)
Mu’cizeler ile ilgili yapılan taleplere İsrâ sûresinde daha önce de cevap verilmiştir:[15] Burada bu tür taleplere ikinci bir cevap verilmiştir. Bu kısa cevap çok anlamlı ve geniş kapsamlıdır. Kâfirler ve müşrikler diyorlardı ki; Hz. Peygamber(a.s.) gerçekten Allah’ın rasûlüyse bunu Mu’cizelerle ispatlasın. Yere bir bakışta çeşme ve pınar doğursun, ya da yemyeşil bir bahçe yaratsın. Göğe bir baksın ve bunu parça parça etsin, etrafa bir üflesin ve bir anda altından bir saray çıkıversin. Bir seslensin ve derhal Allah ve melekleri gelip kendisinin peygamber seçildiğini ilân etsinler. Ya da, Hz. Peygamber (a.s.) onların gözlerinin önünde göğe tırmansın ve oradan Allah’ın bir kitabını okumaları için getirsin. Bütün bu taleplere basit ve sade bir cevap verildi: “De ki, ‘Rabbimi tesbih ve tenzih ederim. Ben, Allah’ın resulü bir beşerden başkası mıyım?” Yani burada Hazreti Peygamber (a.s.)’in şöyle demesi isteniyor; “Ey akılsızlar, ben hiçbir zaman size bu tür Mu’cizeler göstereceğimi vadettim mi ki, benim bu gibi Mu’cizeler göstermemi istiyorsunuz? Ben hiçbir zaman bir Kâdir-i Mutlak olduğumu iddia ettim mi? Ben hiçbir zaman gökte ve yerde olan her şeye hâkim olduğumu söyledim mi? Benim size ilk günden beri söylediklerim ve nasihat ettiklerim nedir? Ben sadece bir insan olduğumu ve Allah tarafından peygamber seçildiğimi söylemişimdir. Denemek ve süzgeçten geçirmek istiyorsanız benim davetimi deneyin, imân edecekseniz davama iman edin. Kabul edecekseniz bunu kabul edin. Eğer bu mesajı reddetmek istiyorsanız bunda bir zaaf ve eksiklik bulup bana gösterin. Benim söylediğimi ve doğru hareket ettiğimi görmek istiyorsanız, benim bir insan olarak aranızda sürdüğüm hayatı inceleyin. Bütün bunları bırakıp da neden, “yeri yar ve göğü parçala” diye türlü türlü isteklerde bulunuyorsunuz? Bu isteklerin peygamberlikle ne ilgisi vardır”:
“Müşrikler, ‘ne olurdu O’na (peygambere) Rabbi tarafından Mu’cizeler indirileydi’ dediler. De ki, ‘Mu’cizeler, Allah’ın katındandır. Ben sadece aşikâr bir nezirim Onlara, bizim sana indirdiğimiz ve kendilerine okunup duran Kitab Mu’cize olarak kâfi gelmedi mi? O kitapta, îman eden kavim için şüphesiz bir rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût; 50-51)
Yani, ümmi olan Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm gibi hârika ve müthiş bir Kitab’ın inmesi hususu bile, O’nun risâletine iman etmeye yetecek bir Mu’cize değil midir? Bundan başka bir Mu’cizeye gerek var mıdır? Diğer Mu’cizeler geçici olur, ama bu Mu’cize her zaman gözünüzün önünde kalacaktır. Bu Mu’cizevî kitap size her gün okunuyor ve buna her gün bakabilirsiniz.
“Doğrusu, onlardan her biri, kendisine açık sayfalar verilmesini ister. Hayır, doğrusu, onlar, âhiretten korkmazlar. Gerçekten, o (Kur’ân) bir öğüttür. Öğüt almak isteyene.” (Müdessir; 52-55)
Yani, kâfir ve müşrikler istiyor ki, Allahu Teâlâ eğer gerçekten Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamber olarak tayin etmişse, O Mekke’nin ileri gelen bir veya birkaç kabile reisine, “biz Muhammed’i size peygamber olarak gönderdik, sizde ona itaat etmelisiniz” diye bir mektup yazsın. Kabile reisleri bu mektubu aldıktan ve millete gösterdikten sonra bütün Araplar Hz. Muhammed (a.s.)’e iman ve itaat edebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de bir başka yerde kâfirlerin şu sözüne yer verilmiştir:
“Bize, Allah’ın peygamberlerine geldiği gibi vahiy gelmedikçe iman etmeyiz.” (En’am; 124)
Başka bir yerde de onların şu sözlerine yer verilmiştir:
“Semaya çıkmadıkça, bize oradan okuyacağımız bir kitap getirmedikçe senin semaya çıktığına da inanmayız.” (El-İsra; 93)
Buna cevap olarak denildi ki, müşriklerin bu isteği hiçbir zaman yerine getirilecek nitelikte değildir. Onların İslam’a inanmamalarının sebebi, bu tür isteklerinin yerine getirilmemesi değildir. Asıl sebep, onların âhiretten korkmamaları ve adetâ kaygısız davranmalarıdır. Onlar, ne var ne yoksa, bu dünyada olduğunu düşünüyorlar. Bu dünyadan sonra başka bir dünyanın olmadığına inanıyorlar. Dolayısıyla, öbür dünyada kendi amellerinin hesabını vereceklerini de sanmıyorlar. İşte bu yüzden bu İnsanlar korkusuzca, kaygısızca ve sorumsuzca davranıyorlar. Bunlar, hak ile batıl arasındaki fark konusuyla da hiç ilgilenmek istemiyorlar. Bunlar, Hakka tapanlar veya hakdan yana olanların bu dünyada daima mükâfatlandırıldıklarını veya batıldan yana olanların cezalandırıldıklarını görmedikleri için hak ile batıl arasındaki ayırımın manasız olduğunu düşünüyorlar. Bu konuyla, peşin hükümlü olmayan ve anlayışlı olan bir kişi veya grup ilgilenebilir. Bu konu, ancak bu dünyayı geçici sayan ve temelli ve ebedi hayatın öbür dünyada olduğuna inanan bir kişi veya grubu ilgilendirebilir. Bu sözler, ancak Hak’tan yana olanların sonunun âhirette iyi olacağı, buna karşılık batıl bir inançta ve yolda olanların kötü bir akıbetle karşılaşacaklarını düşünen bir kişi veya gruba inandırıcı gelebilir. Böyle bir kişi gayet tabii ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in söylediği ve Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilen sözleri, öğütleri ve delilleri kabul ederek iman ve inanç sahibi olabilir ve müslüman camiasına katılabilir. Fakat daha başta âhiret fikrini reddeden ve hakkı aramak konusunda ciddi olmayan bir kişi veya grup, iman etmemek için her zaman bir bahane ile ortaya çıkacaktır, yeni yeni dilek ve isteklerde bulunacaktır. Nitekim, En’âm suresinde kâfir ve müşriklerin bu menfi tutumuna değinilerek denilmiştir ki “eğer sana kâğıtta yazılı bir kitap indirsek ve kâfirler ona elleri ile temas edip görseler yine ‘bu ancak büyük bir sihirdir’ derlerdi.” Bundan sonra da şöyle buyurulmuştur:
“Kâfirler, ‘O’na (peygambere) bir melek gönderilse’ dediler. Eğer biz melek gönderseydik, iş bitmiş olurdu. Ve onlara bir dakika mühlet verilmezdi. Eğer peygamberi bir melek yapsaydık, onu (meleği) insan eder ve ona insanların giydikleri gibi giydirirdik.” (En’am; 8-9)
Müşrikler diyordu ki madem ki, Hz. Muhammed (a.s.), Allah’ın peygamberi olarak dünyaya gönderilmiştir, o zaman ona gökten bir melek gelmeliydi. Bu melek, herkese Hz. Muhammed (a.s.)’in, Allah’ın rasûlü olduğunu ilân etmeli ve kendisine iman etmeyenleri korkutmalı ve cezalandırmalıydı. Bu cahiller, Cenabı Allah tarafından peygamberlik payesine yükseltilen bir şahsın böylesine fakir, kuvvetsiz ve çaresiz olmaması gerektiğini öne sürüyorlardı. Böyle bir peygamber herkesin hakaretine uğramamalı, herkesin attığı taşlara hedef olmamalıydı.
Bu tür düşünenlere verilen ilk cevap şuydu: Eğer Hz. Muhammed (a.s.)’in yardımına bir melek gönderilseydi ve bu gerçek görünümüyle gelseydi, o zaman hüccet tamamlanmış olacaktı. Başka bir deyimle, son an gelip çatmış olacaktı ve müşriklere fazla mühlet verilmezdi. İnsanların Allah ve Rasûlüne iman etmeleri için verilen mühlette bazı gerçekler gizli kalmalıdır ve akıl ve mantıkla hareket eden kişiler buna göre kendilerine çeki düzen verebilir, iman ve inanç sahibi olabilirler. Fakat bütün ilâhî sırlar ortaya çıktıktan sonra söylenecek veya yapılacak başka bir şey kalmıyor. Verilen mühlet de o anda bitiyor. Her şey gün gibi açığa çıktıktan sonra iman etmenin ve doğru yola gelmenin ne anlamı vardır? O zaman amel, günah, hesap ve ceza gibi kavramların hepsi anlamsız kalır. Gerçek şu ki, dünyadaki hayat bir imtihan müddetidir. İmtihanın amacı da şudur: Bir insan kendi aklını ve fikrini kullanarak Hak ile Batıl arasındaki farkı idrak edebiliyor mu? Eğer Hakk’ın doğru olduğunu anlıyorsa, kendi nefsine ve kendi arzularına hakim olabiliyor mu? Hakkı bildikten ve öğrendikten sonra buna yaklaşabiliyor ve bundan yana olabiliyor mu? İşte bu imtihanın ciddi, anlamlı ve başarılı olması için bazı gizli şeylerin gizli kalması, gaipte olan şeylerin gaipte kalması şarttır. Gaip, şehâdete dönüştüğü ân Allah tarafından verilen mühlet kendiliğinden bitmiş oluyor. Bundan sonra artık imtihandan söz edilmez. Bundan sonra ancak imtihanın sonucu açıklanacaktır. Netice itibariyle, kâfir ve müşriklerin, bir meleğin asıl şekil ve görünümüyle Hz. Muhammed (a.s.)’in yardımına gelmesi yolundaki istekleri yerine getirilemez.
Kâfir ve müşriklerin bu husustaki isteklerinin bir başka cevabı da şudur: Melek insan kılığında dünyaya gönderilebilirdi. Ama böyle bir durumda kâfir ve müşriklere bunun bir melek olduğunun inandırılması yine zor olacaktı. Zira, kâfir ve müşrikler pekalâ diyebilirdi ki, “bu melek değil ki, bu insandır, çünkü insan kılığındadır.” Şimdi, bu cahil ve sapık kişilerin bu isteğine uyularak bu melek asıl şekline sokulduğu takdirde daha önce temas edilen durum ortaya çıkardı. Yani ilâhî sır diye bir şey kalmazdı. Bu durumda da, insanların imtihanı için verilen müddet sona ermiş olacak ve kıyamet vuku bulacaktı. Şu ayetlere bakın:
“Ne olurdu, O’na (Muhammed’e) Rabbinden bir Mu’cize indirileydi’ dediler. De ki, ‘Muhakkak Allah bir Mu’cize indirmeye kâdirdir. Fakat ekserisi bunu bilmezler.’ Yeryüzünde yürüyen bir hayvan ve iki kanadı ile uçan bir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi ümmetler olmasın. Biz kitapta bir şey eksik bırakmadık. Sonra onların hepsi Rabblerine toplanıp getirilirler. Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlık içinde sağırlar, dilsizlerdir.” (En’âm; 37-39)
Burada denilmek isteniyor ki, Mu’cize gösterilmemesinin sebebi, Allah’ın bunlara kâdir olmaması değildir. Bunun sebebi başkadır ve bunu müşrikler kendi dalâletleri yüzünden anlayamıyorlar. Müşriklere deniliyor ki, “eğer siz gerçekten bahane aramıyor ve sadece lâf olsun diye Mu’cizeler görmek istemiyorsanız, görebileceğiniz ve ibret alabileceğiniz sayısız Mu’cize, işaret ve alâmet vardır. Bunun için gözlerinizi şöyle açıp etrafa bakmanız yeterlidir. Yerdeki hayvanlar ile havadaki kuşların bir cinsini veya türünü ele alıp inceleyin. Onların yapısına ve yaşantılarına bakın. Bakın ve vücutlarının, organlarının, bulundukları yer ve şartlara ne kadar uygun olduğunu görün. Onların ihtiyaç, istek ve huylarını inceleyin ve bunların Allah tarafından nasıl karşılandığına şâhid olun. Bu yaratıklara rızıkları nasıl veriliyor? Hayat çizgileri nelerdir? Bu çizgilerin dışına çıkabiliyorlar mı? En yırtıcı hayvandan en ufak haşerat ve böceğe kadar olan yaratıkların bakımı, korunması ve yaşaması nasıl sağlanıyor? Onlar nasıl bir plân ve programa göre doğuyor, yaşıyor ve ölüyorlar? Üreme ve türemeleri nasıldır? Büyük ve Yüce Allah’ın sayısız Mu’cizelerinden sadece bu bir tanesine ciddiyet, tarafsızlık ve açık kalplilikle eğilirseniz, hem O’nun bir tek ve en güçlü olduğuna inanır hem O’nunla ilgili Hz. Peygamber (a.s.)’in söylediklerine iman eder ve gösterdiği yoldan yürürsünüz. Fakat, siz ne gözünüzü açıyor ne de iyi bir söz dinliyorsunuz. Cehaletin karanlığında yüzüyorsunuz ve istiyorsunuz ki başkaları size türlü Mu’cizeler göstersin ve sizi eğlendirsin, bu mümkün değildir.”
“Eğer Kur’an ile dağlar yürütülse veya onunla yer yarılsa yahut ölüler konuşturulsa, onlar yine iman etmezler.” (R’ad; 31)
Bu ayeti anlayabilmemiz için şunu unutmamalıyız ki, burada muhatap kâfirler değil, müslümanlardır. Kâfirler’in Mu’cizelerle ilgili isteklerinin ardı arkası kesilmeyince müslümanlar ve rahatsız ve tedirgin oluyorlardı ve “keşke, bir Mu’cize gösterilse de bu mel’unların ağzı kapansa” diye hayıflanıyorlardı. Ayrıca, böyle bir Mu’cizenin gelmemesi halinde kâfir ve müşriklerin, Hz. Peygamber (a.s.)’in risâleti hakkında daha da şüphe etmeye başlayacaklarını ve diğer pek çok kişiyi etkileyeceklerini düşündükçe daha da tedirgin oluyorlardı. Bunun üzerine müslümanlara deniliyor ki, “siz bu müşriklerin dediklerine bakmayın ve boş yere üzülmeyin. Bunlar çeşit çeşit Mu’cizelerin gösterilmesini istiyorlar, ama bunları gördükten sonra müslüman olacaklarını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Bunların hiç öyle bir niyeti yoktur. Bunlar sadece oyalanmak ve zaman geçirmek için bu nevi taleplerde bulunuyorlar. Kur’ân’ın bir ayetiyle müşriklere bazı Mu’cizeler gösterilse de bunların iman sahibi olmayacakları kesindir. Bunların müslüman olmaları için sadece bir Mu’cizeye ihtiyaç olduğunu düşünmeniz, fazlaca iyimser olmanız demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in öğretileri, kâinat ve tabiatın belirtileri, Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in temiz hayatı ve karakteri ve Hz. Peygamber (a.s.)’in fedakâr ve cefakâr sahabelerinin hayatlarında meydana gelen değişiklik ve inkılabda hakikati ve Hak nurunu göremeyenler, dağların yürümesi, yerin yarılması ve ölülerin mezarlarından çıkmalarından mı ibret alacaklardır?”
25.2.11. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Kesin İsbatı
Böylece, kâfir ve müşriklerin, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğine yaptıkları itirazlarına ve peygamberliğinin kanıtlanması için çeşitli Mu’cizelerin gösterilmesiyle ilgili isteklerine tek tek uygun ve kesin cevaplar verilerek, risâlet ile ilgili bütün şüphe ve tereddütler ortadan kaldırılmış oldu. Bundan sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in risâleti lehinde, Mekke ve etrafında yaşayan hiçbir kimsenin inkâr edemeyeceği üç delil sunuldu. Biz bu delilleri buraya naklediyoruz:
“Bundan evvel sen kitab okumaz ve sağ elinle yazmazdın. Eğer böyle olsaydı batıl taraftarları bundan şüpheye düşerlerdi.” (Ankebût; 48)
Bu ayette verilen delil, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın ümmi olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm diyor ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in okuma yazması yoktur. Hz. Peygamber (a.s.)’in akrabaları, yakınları ve hemşehrileri, -ki doğuşundan gençliğine ve orta yaşına kadar kendisini yakından biliyor ve tanıyorlardı- ömründe eline bir kitap veya kalem almadığını çok iyi biliyorlardı. Bu gerçeği ortaya koyduktan sonra Cenâb-ı Allah diyor ki, ümmi Peygamber (a.s.)’in ağzından semavi kitapların talimatı, geçmiş peygamberlerin hikâyesi, din ve mezheplerin akideleri, eski milletlerin tarihi, medeniyet, ahlâk ve iktisâdın mühim meseleleri hakkında çıkan hikmet dolu sözler ve ilmi değerlendirmelerin kaynağı vahiyden başka bir şey olamaz. Eğer bu peygamber okuma yazmayı bilseydi ve çevresindekiler onun kitap okuduğunu ve araştırmalar ile incelemeler yaptığını görmüş olsaydılar, onun bu ilim ve kültürü, vahiyden değil, başka kaynaklardan elde ettiğine inanılabilirdi. Fakat, ümmîliği bu tür bütün imkânları ortadan kaldırmıştır. Bundan sonra ancak kaz kafalılar ve inatçılar onun peygamberliğini inkâr edebilirler.
“De ki, ‘Eğer Allah istemiş olsaydı size Kur’an’ı tilâvet ve tebliğ etmezdim. Hatla, onu size bildirmezdim. Bundan evvel aranızda senelerce yaşadım. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?” (Yunus; 16)
Bu, Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in, Kur’ân-ı Kerîm’i (hâşâ) kendi uydurup bunu Allah’ın kelâmı olarak dünyaya sunduğuna dair Mekkeli kâfirlerin iddiasının reddi için verilen ikinci büyük delildi. Burada, Kur’ân-ı Kerîm’in yazarının Hz. Peygamber (a.s.) değil bizzat Cenâb-ı Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirilmiş olduğunun en büyük delili Hz. Muhammed (a.s.)’in Mekkeli kâfirler arasında geçirdiği 40 yıllık ömrüdür. Rasûlullah (a.s.) Mekkeliler arasında doğmuş, büyümüş, gençleşmiş ve orta yaşına gelmişti. Mekkeliler arasında yemiş, içmiş, oturmuş, kalkmış, alışveriş yapmış, evlenmiş, aile sahibi olmuş, kısacası onlarla her türlü sosyal ilişkiye girmişti. Ömrünün hiçbir safhası ve yanı onlardan saklı değildi. Bu kadar sarih ve bariz bir delilden başka bir delile ihtiyaç var mıydı?
Hz. Peygamber (a.s.)’in bu yaşantısının iki önemli yanı vardı ki, bunları Mekke’de herkes bilirdi. Birincisi, Hz. Peygamber (a.s.) 40 yıllık ömründe okuma yazma bilmediği için hiçbir bilgi ve kültür elde edememişti. Hz. Peygamber (a.s.)’in, peygamberlik makamına eriştikten sonra söylemeye ve anlatmaya başladığı karmaşık dinî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve metafizik meseleler hakkında bilinen ve tanınan hiçbir kişi, hiçbir kitap ve hiçbir yerden bilgi elde edememişti. Kimse onun bilgi kaynağının şu veya bu olduğunu söyleyemezdi. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Peygamber (a.s.)’in hayal mahsulü olduğunu ispatlamayan kâfirler, çaresizlik içinde falanca kişinin kendisine bu bilgileri aktardığını iddia etmeye başladılar. Fakat bu ikinci iddia, birincisinden de daha zayıf ve saçma idi. Zira, Mekke şehri bir yana, bütün Arabistan’da Kur’ân-ı Kerîm gibi başlı başına Mu’cize olan bir ilâhî kitabın yazarı olabilecek kabiliyette bir kişi yoktu. Sonra, böylesine kabiliyetli bir kişinin adı sanı saklı kalabilir miydi?
Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatının ikinci önemli yanı, temiz karakteriydi. Kendisinin, hayatında bir defa olsun yalan söylediği, dolandırıcılık ettiği, sahtekârlık yaptığı, üç kâğıtçılık ettiği ve benzeri kötülüklerde bulunduğu sabit değildi. Buna karşılık, kendisiyle herhangi bir işi yapma fırsatını bulmuş veya kendisini yakından tanımış olan bir kişi kendisinin tamamıyla lekesiz, temiz, doğru, dürüst, emin, sözünde duran ve herkesin hakkını ödeyen bir kişi olduğunu biliyorlardı. Hayatında hiç yalan söylememiş ve başkalarına hiçbir zarar vermemiş olan bir kişinin birden bire büyük bir yalan söylemesi mümkün müydü? Böyle bir kişinin tamamıyla yalan üzerine bina edilmiş olan koskoca bir din, inanç, ve hayat nizamını savunması ve propagandasını yapması düşünülemez. Bunun için, Cenâbı Allah kâfirlere akıllarını başlarında toplamalarını ve gözlerini açıp gerçekleri görmelerini söyledi. Allahu Teâlâ diyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) Mekkeli ve Hicazlı kâfir ve müşrikler için yabancı ve tanınmaz bir kişi değildi, bütün ömrünü onlar arasında geçirmişti ve bu bakımdan onun her zaman doğru söylediğine inanmalıydılar.
“Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun. Bu, âncak Rabbinden bir rahmettir. O halde, sakın kâfirlere arka çıkma.” (Kasas; 86)
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın peygamberliğinin lehinde sunulan üçüncü delildi bu. Nasıl ki, Hz. Musa (a.s.) kendisinin peygamber olacağından ve kendisine büyük bir vazife verileceğinden habersizken birden bire bu mevkiye getirilmişti, Hz. Muhammed (a.s.) de hiç ummadığı bir ortamda ve zamanda Allah’ın elçisi yapılıvermişti. Mekkeliler, Hz. Muhammed (a.s.)’in Hira mağarasından Allah’ın mesajını alarak dışarıya çıkıncaya kadar hayatının, ilgi alanlarının, meraklarının, davranışlarının, konuşmasının, ahlâkının ve düşüncelerinin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bunları gören ve bilen bir kişi Hz. Muhammed (a.s.)’in bir gün peygamber olacağına imkân ve ihtimal vermemişti. Evet, sözleri ve hareketleri bir melek kadar temiz ve lekesizdi. Ama bunlar onun bir gün peygamberliğini ilân edeceğinin kanıtı değildi. Çünkü peygamberliğe hazırlandığını gösteren en ufak bir işaret yoktu. Fakat Hira mağarasından çıkar çıkmaz Hz. Muhammed (a.s.) bambaşka bir insan oluvermişti. Onun dili ve ifadesi değişmişti. Bilgisi ve kültürü hiç tahmin edilmeyecek kadar genişlemişti. Hayatında kimse onun fasih ve beliğ şekilde koşuştuğunu görmemişti. Ama şimdi ağzından bal akıyordu. Değme hatip ve konuşmacılara taş çıkartacak bir hatip olmuştu. Artık o inkılâbın lideri ve hareketin başıydı. Ve kısa bir süre sonra peşinden kitleleri konuşturacak önder, ıslahatçı, dini lider, teşkilatçı, komutan ve idareci haline geldi. Hz. Muhammed (a.s.)’in, Allah’ın inayeti ve lütfu olmaksızın bütün bu şeyleri becermesi için yıllarca hazırlık yapması gerekiyordu. Bu hazırlığı yaptığını gösteren en ufak bir delil var mıdır? Böyle bir hazırlık yapmış olsaydı, bütün kâfirler tek ağızla bunun propagandasını yapar ve bütün dünyaya duyurmaya çalışırlardı.
Bunun dışında, Hz. Muhammed (a.s.) hiçbir zaman peygamberliğe hevesli veya istekli de görünmemişti. Aksine kendisine, peygamberliğe tayini ile ilgili haber bir sürpriz oldu. Bunun ispatı, Allah tarafından gönderilen meleğin kendisine ilk vahyi iletmesinden sonra zihnî ve hissî durumudur. Bu konuya daha önceki bölümlerde etraflıca temas ettiğimiz için bunları burada tekrarlamak istemiyoruz.
25.3. İLAHÎ KELÂM OLAN KUR’AN’A ÎMAN ETME DAVETİ
İslâmî davetin üçüncü temel maddesi insanların Kur’ân-ı Kerîm’i, Allah’ın kitabı olarak kabul etmeleriydi. Bu davete göre Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan her cümle ve her kelimenin Allah tarafından gelmiş olduğu kabul edilmeliydi. Bu Kitap’ta akide, fikir, ahlâk, ibadet ve diğer insanî ilişkiler hakkında ne gibi talimat ve direktifler verilmişse ona göre hareket edilmeliydi. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan emir ve telkinlerin dışındaki her türlü düşünce ve davranışa sünger çekilmeliydi. Bu akideye göre, Kur’ân-ı Kerîm’in her kelimesinin olduğu gibi Hazreti Peygamber (a.s.)’e indiği de kabul edilmeliydi. Kur’ân-ı Kerîm’in sadece özü ve kavramının Hz. Peygamber (a.s.)’e iletildiği ve onun da bunları kendi dili ve ifadesiyle insanlara aktardığı düşünülmemeliydi. Kur’ân-ı Kerîm’in tek bir kelimesi veya harfinin dahi, eksiklik ve fazlalık olmadan Rasûlullah (a.s.)’a nâzil olduğuna inanılmalıydı. Buna ilâveten, Kur’ân-ı Kerîm doğrudan Allah’ın kelâmı olduğu için Rasûlullah (a.s.)’a da hâkimdi. Gerçi bu mukaddes kelâm Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla dünyaya inmişti. Fakat Rasûlullah (a.s.) da buna tabiydi ve buna tabi olmaya mecburdu. Hz. Peygamber (a.s.) buna ne bir şey ilâve edebilirdi ne de bundan bir şey eksiltebilirdi. Aksine, onun ilk görevi buna tabi olmasıydı ve daha sonra bunun talimatına göre dini bütün hayat nizamına hâkim olacak şekilde yaymasıydı.
Bu akide, İslâm’ın gerçekleştirmek istediği devrimi daha da güçlendirecek nitelikte idi. Çünkü bu akide ve inanç geleceğin manifestosunu herkesin önüne seriyordu. Buna göre, İnsanlar devrimin temelini oluşturacak Allah’ın kitabına kavuşacaklardı. Bu kitapta Cenâb-ı Allah, hakkın ne batılın ne olduğunu açık açık anlatmıştı. Bundan böyle İnsanlar her fırsatta ve her çağda bu mukaddes kitaba müracat edip Allah’ı razı etmeleri için neler yapmaları ve neler yapmamaları gerektiğini öğrenebilirlerdi. Allah’ın bir insanı peygamber yapıp bir kitapla birlikte dünyaya göndermesi, insanların her ikisine de iman edip ikisine de itaat etmelerini istemesi, şu demekti: Bu iman ve taatin yerleştiği bir insan toplumunda insanların keyfi ve serbest hareket etmesine artık hiç imkân yoktu. Fertler bireysel olarak ve cemiyetler toplumsal olarak bir rehber (peygamber) ve bir anayasa veya manifestoya tabi olacaklardı. Bu rehberin öbür dünyaya göçmesinden sonra bile onun bıraktığı anayasa geride kalacaktı. Bu anayasadan, Allah’ın hangi şeyler için emir verdiği ve hangi şeyleri yasakladığı kolayca anlaşılabilirdi. Ayrıca, rehber ve lider’in bıraktığı sünnet -ki, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesine göre, Allah’ın kelâmının resmi açıklaması ve uygulaması sayılabilir- her türlü tevil ve tahrifleri önleyecek mahiyette olacaktı. Bundan sonra, nefislerine hizmet eden kişiler bazı yanlış düşünce ve başka ideoloji ve hayat nizamlarının tesiriyle kötü yola ve saplantıya düşmek istedikleri takdirde Peygamber (a.s.)’in sünneti kendilerine mani olacaktı.
Bu kısa açıklamamızdan anlaşılacağı gibi, İslâmî davetin başında Tevhîd ile Risâlet’e iman edilmesinin yanı sıra, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olarak kabul edilmesinin önemi ve anlamı da çok büyüktü. Bundan sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in Rasûlullah (a.s.)’a indiği ve insanlara tanıtıldığı zaman bunun ne mahiyet ve ehemmiyet arzettiğini, ayrıca bunu Allah’ın kitabı olarak kabul etmekte tereddüt edenlerin ikna edilmeleri için ne gibi deliller sunulduğunu, etraflıca ele alacağız:
25.3.1. Kur’ân-ı Kerîm, Kelimesi Kelimesine Hz. Muhammed (a.s.)’e Vahyolunan Allah Kelâmıdır
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın Kelâmı olduğu hususu Kitabullah’ta o kadar çok ve o kadar sık ifade edilmiştir ki, bütün sûre ve ayetleri buraya aktarmak mümkün değildir. Zâten, Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbunu gören inceleyen bir kişi, bunun Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi sözleri olacağına imkân ve ihtimal veremez. Kur’ân-ı Kerîm’de bir tek kelime, bunun Hz. Peygamber (a.s.)’in kelâmı olduğunu gösterecek mahiyette değildir. Bütün kitap baştan başa, Allah tarafından vahiy olunan bir kelâm olarak karşımıza çıkar. Meselâ şu ayetlere bakın:
“Ve sana hak ile kendinden evvelki kitapların hükümlerini tasdik edici ve ona karşı bir şâhid olmak üzere Kitap gönderdik. Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların hevalarına tabi olup sana gelen haktan inhiraf etme.” (Maide; 48)
Bu ayette Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Muhammed (a.s.)’e Allah tarafından indirilen ve Hak’la gelen bir kitap olduğu açıklanmıştır. Burada ayrıca iki hususa daha temas edilmiştir. Birincisi, bu Kitap geçmişte Allah tarafından peygamberlerine gönderilen ve asıl şekillerin de muhafaza edilmiş olan vaaz, emir, yasak ve telkinleri teyid ve tasdik eder. İkincisi, Kur’ân-ı Kerîm geçmişte indirilen semavi kitapların şâhidi (koruyucusu ve muhafız)dir. Başka bir deyimle, bu kitapta geçmişin bütün semavi kitaplarının doğru ve gerçek öğretileri ve emirleri aynen bulunmaktadır. Buna karşılık, eski kitaplarda doğru olmayan veya tahrif edilmiş olan vaaz ve telkinler Kur’ân-ı Kerîm sayesinde tasfiye edilmişlerdir.
“Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik ve o da hak ile indi. Seni de ancak bir müjdeci ve bir korkutucu olarak gönderdik.” (İsrâ; 105)
“Rabbinin Kitabından sana vahyolunanı oku.” (Kehf; 27)
“Muhakkak biz insanların faydası için Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir. Kim de dalâlete düşerse, ancak kendi nefsi aleyhine sapmıştır. (Habibim), Sen onların üzerine bir muhafız değilsin.” (Zümer; 41)
“Şehirlerin anası (Mekke) halkını ve etrafında olanları azab ile korkutman için, sana Arapça Kur’an’ı vahyettik.” (Şura; 7)
“Bu kitabın inzali, Gâlip, Kâdir ve Hakim olan Allah’tandır.” (Ahkâf; 2)
“(Bu Kur’an), ayetlerini düşünüp ibret alsınlar ve akıl sahiplerine kendisiyle öğüt versin diye sana gönderdiğimiz mübarek bir Kitap’tır.” (Sâd; 29)
“Muhakkak, Kur’an sana, hakkiyle bilen, hüküm ve hikmet sahibi tarafından veriliyor.” (Neml; 6)
“Bu, âlemlerin Rabbi tarafından nâzil olmuş Kur’an’dır. Onu, Ruh-ul Emin indirdi. Halkı, azabtan korkutanlardan olasın diye onu senin kalbine indirdi. Açık, Arapça bir dil ile indirmiştir.” (Şuara; 192-195)
“Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme (depreştirme). Onun toplanması ve onu okutmak bize aittir. Sana vahiy ile kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir.” (Kıyâme; 16-19)
Bütün bu ayetler, sadece Kur’ân-ı Kerîm’in tümünün Allah tarafından Hz. Peygamber (a.s.)’e vahiy yoluyla indirildiğini açıkça ortaya koymakla kalmıyor, ayrıca, son iki ayet şu hususu da belirtiyor: Kur’ân-ı Kerîm’in sadece konu ve kavramları Hz. Peygamber (a.s.)’e inmiyor bunlar açık ibare, ifade ve kelimelerle nâzil oluyordu. Ruh-ul Emîn, yani Hz. Cebrail (a.s.)’in Âlemlerin Rabbi tarafından vahyi Arapça olarak getirmesi, Hz. Muhammed (a.s.)’in yanında okuması, Hz. Muhammed (a.s.)’in vahiy olunan kelâmı acelece okumaya ve ezberlemeye çalışması ve Cenab-ı Allah’ın da Hz. Peygamber (a.s.)’e bunun inişi sırasında acele etmemesi, dikkatle dinlemesi için tenbihte bulunması, indirilen ayetleri kendisine hatırlatacağı, ezberleteceği ve muhafazasının kendisine ait olacağına dair teminat vermesi bütün bunlar gösteriyor ki, vahiy, kelime kelime Hz. Muhammed (a.s.)’e iniyordu. Çünkü, Kur’ân-ı Kerîm’in sadece mefhumunun Hz. Peygamber (a.s.)’e indirilmesi amaçlanmış olsaydı o zaman vahiy edilen ibarenin Hz. Muhammed (a.s.)’e okunması, kendisinin bunları okumaya ve ezberlemeye çalışması ve bunun Arapça olarak indirildiğinin beyan edilmesi herhangi bir mana taşımazdı.
25.3.2. Rasûlullah (a.s.) Kur’ân’a İtaat Etmeye Mecbur Edilmişti
Kur’ân-ı Kerîm’de, Rasûlullah (a.s.)’ın bu Kitaba bağlı olduğu, buna itaat etmeye mecbur olduğu, bunda herhangi bir değişiklik yapmaya yetkili olmadığı kesin bir şekilde ifade edilmiştir:
“Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Ahzab; 2)
“Kendisinden başka bir ilâh bulunmayan Rabbinden sana vahyolunana tâbi ol. Müşriklerden yüz çevir.” (En’am; 106)
“Ben, ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Ve ben, apaçık bir korkutucudan başkası değilim.” (Ahkâf; 9)
“Eğer onlara bir ayet getirmezsen ‘niçin kendin uydurmadın’ derler. De ki, ‘Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana tâbi olurum. Bu Kur’an, size Rabbiniz tarafından basiret verir. Ve mü’min kavim için hidâyet ve rahmettir.” (A’raf; 203)
Burada, Hz. Peygamber (a.s.) tarafından denilmek isteniyor ki, “Ben Kur’ân’ın emir ve yasaklarına tâbiyim. Ben, halk tarafından talep edilen veya şahsen ihtiyaç duyduğum şeyleri icat etme ve yaratma kabiliyetine sahib değilim. Ben sadece Allah’ın elçisiyim ve benim vazifem, beni gönderen Allah’ın emirlerine uymaktır. Benim işim Mu’cizeler yaratmak ve göstermek değildir. Cenâb-ı Allah’ın bana verdiği en büyük Mu’cize Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu kitap ilim, hikmet ve basiretin hazinesidir. İman edenler bunun talimatına uydukları takdirde doğru yolu ve felahı bulurlar ve hayatları ile karakterleri büsbütün değişiverir.”
“Ayetlerimiz kendilerine apaçık deliller olarak okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar ‘Bize bundan başka bir Kur’ân getir. Veyahut onu değiştir’ dediler. De ki, ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim hakkım değildir. Ben, ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Eğer Rabbime âsi olursam büyük günün azabından korkarım.” (Yunus; 15)
“Eğer o peygamber , bize bazı sözler isnad etseydi, onu sağ elimizle (kuvvet ve kudretimizle) yakalayıverirdik. Sonra da onun şah damarını keserdik. O vakit hiç biriniz buna mani olamazdı.” (Hâkka; 44-47)
25.3.3. Kur’ân-ı Kerîm Her Bakımdan Emin, Güvenilir ve Kesindir
Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca, Cenâb-ı Allah’ın bu Kitab’ı kelimesi kelimesiyle muhafaza etme görevini kendi üzerine aldığı, onun her sözünün doğru, kesin, değişmez ve güvenilir olduğu ve Batıl’ın buna sızamayacağı kaydedilmiştir. Buna ilâveten, Cenâb-ı Allah’ın, bu Kitab’ın hak olduğunu göstermek amacıyla dünyada, tabiatta ve kâinatta devamlı olarak işaretler göstereceği de ifade edilmiştir.
“Kur’an’ı biz indirdik. Onun koruyucusu da muhakkak biziz.” (Hicr; 9)
Yani, bu kitap doğrudan Allah’ın nezareti ve muhafazası altındadır. Bu kitap ve bunun içindekiler kimse tarafından tahrif edilemez, değiştirilemez, veya ortadan kaldırılamaz. Bunun değeri ve önemi muhaliflerin itiraz ve alaylarıyla azalamaz. Bunun daveti ve mesajı da kimse tarafından durdurulamaz, engellenemez.
“Şüphesiz, Kur’ân çok yüce ve şereflidir. Levh-i mahfuzda yazılıdır.” (Burûc; 21-22)
Yani, Kur’ân-ı Kerîm değişmez ve ölmez bir eserdir. Kelimesi kelimesine “levh-i mahfûz”da yazılıdır. Bu ilâhî kitapta ne yazılmışsa olduğu gibi kalacaktır. Dünyanın hiçbir gücü bunun tek bir kelimesini değiştiremez. Ayrıca, bu kitapta ne emredilmişse olacaktır. Ne haber verilmişse gerçekleşecektir.
“O, Aziz bir Kitaptır. Ona önünden ve arkasından hiçbir batıl gelemez. Bizatihi hamde müstahak olan Hak tarafından indirilmiştir.” (Fussilet; 41-42)
“Önünden hiçbir batıl gelemez” deyiminin anlamı, herhangi bir kişi veya zümrenin Kur’ân-ı Kerîm’e doğrudan doğruya saldıramaması demektir. Yani, kimse Kur’ân-ı Kerîm’in talimatına batıl, kötü ve sapık fikir ve mefhumlar karıştıramaz. “Arkasından hiçbir batıl gelemez” cümlesinin anlamı, Kur’ân-ı Kerîm’in inmesinden sonra kıyamete kadar, bu kitapta anlatılan ve yer alan gerçekleri, bilgileri ve talimatı yalanlayacak, geçersiz kılacak bilgi ve bulgunun elde edilemeyeceğidir. Hiçbir ilim, tecrübe ve müşahede Kur’ân-ı Kerîmin akide, inanç, ahlâk, hukuk, siyaset, İktisad, cemiyet, devlet, medeniyet ve kültür hakkında insanlara gösterdiği yolun yanlış olduğunu ispatlayamaz.
“Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi çok geçmeden göstereceğiz. Ta ki, Kur’an’ın hak olduğu apaçık ortaya çıksın.” (Fussilet; 53)
Bunun iki anlamı vardır: Birincisi, Kur’ân-ı Kerîm’in daveti bütün dünyada kısa sürede yayılacaktır ve herkes, bu davet sayesinde insanların hayatında ne büyük dinî, ahlakî, manevî, ideolojik, siyasî, iktisadî, içtimaî, ve kültürel devrimin gerçekleştiğini görmüş olacaktır, ikincisi, insanların kâinat, tabiat ve bizzat kendi varlığıyla ilgili bilgileri ve tecrübeleri genişledikçe, Kur’ân-ı Kerîm’in doğru ve gerçek bir bilgi kaynağı olduğu anlaşılmış olacaktır.
25.3.4. Kur’ân-ı İnkâr Etmek Küfürdür
Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmek, Tevhid ve Risâlet’e iman etmek gibi İslâmî davetin önemli ve ayrılmaz bir parçasıdır. Bu sebepten dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’e iman edilmesi konusunda çok katı ve kesin tavır takınılmıştır. Buna göre, Kitabullah’a iman edilmesi şart koşulmuş, iman etmeyen de kâfir ilân edilmiştir. Bakara sûresinin ilk ayetlerinde hidayete ermiş olanların vasıflarından söz edilirken bu vasıflardan biri olarak da Kur’ân’a iman etmeleri sayılmıştır:
“Onlar, sana indirilene ve senden evvel indirilenlere de iman edip, âhirete de tamamıyla inanırlar.” (Bakara; 4)
Ayrıca, şu ayetlere de bakın:
“Biz Kur’an’da mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyi indirdik. O, zâlimlere ise ancak hüsran artırır.” (İsrâ; 82)
“Âyetlerimizi ancak kâfirler inâden inkâr ederler.” (Ankebût; 47)
Kur’ân-ı Kerîm bu şekilde sunulunca, Kureyşli ve diğer müşrikler için, Hz. Muhammed (a.s.)’i Allah’ın Rasûlü olarak tanımaları daha da zorlaştı. Zira, akıllarınca, Hz. Muhammed (a.s.)’i geçici olarak rasûl tanımalarında herhangi bir zarar ve ziyan yoktu. Onlar Hz. Muhammed (a.s.)’e pekâla iman edebilir ve itaat edebilirlerdi, ama kendisi bu dünyadan göç edince bu “ateşten gömleği” çıkarıp atabilirlerdi, yani eski inanç ve fikirlerine dönme imkânları vardı. Fakat, Kur’an-ı Kerîm şeklinde kendilerinin önüne aşılmaz bir engel getirilmişti. Bu Kitab’ın her kelimesinin Allah tarafından geldiğini, müslümanların bunu harfiyyen ezberlediklerini, tatbik ettiklerini, günde beş vakit namazlarında ayet ve sûrelerini okuduklarını, her vahiyden sonra Hz. Muhammed (a.s.)’in bunu sahabelerden bazısına yazdırdığını duyuyor ve kendi gözleriyle görüyorlardı. Bu bakımdan bu Kitap’tan kurtulmalarının hiçbir çaresi kalmamıştı. Onlar, bunu bir defa Allah’ın kelâmı olarak kabul ettikten sonra ömür boyu bunun kaide ve kurallarına bağlı kalacaklarını sanıyorlardı. Bu Kitap’tan kaçış Allah’tan ve Peygamberinden kaçış olacaktı. Bu sebepten dolayıdır ki, kâfir ve müşrikler Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr etmeye ve bu hususta her türlü mukavemeti göstermeye çalıştılar. Hatta denebilir ki, Kur’ân-ı Kerîm’e, Hz. Muhammed (a.s.)’e nisbetle daha çok muhalefet ettiler. Kâfir ve müşriklerin tepkisi bu hususta çok sert ve şiddetli oldu.
25.3.6. Kâfirlerin Bütün Semavi Kitapları İnkâr Etmeleri
Kâfir ve müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’e karşı koymak maksadıyla aldıkları ilk tavır bütün Semavi Kitaplara tümden karşı çıkmalarıydı:
“O kâfirler, ‘Biz, asla bu Kur’an’a ve ondan evvelki kitaplara iman etmeyiz,’ dediler.” (Sebe; 31)
Ancak, kâfirlerin bu itirazları Araplar nezdinde bile geçerli değildi. Çünkü, Arapların çoğu Hz. İbrahim’in dininde olup, O’na inen semavi kitaplara iman ediyorlardı. Ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm’de en az iki yerde,[16] Arapların Hz. İbrahim’in kitaplarına iman ettikleri de belirtilmiştir. Ne var ki, Araplar bu kitaplardan hiçbirini muhafaza edememişlerdi. Bunun dışında Arabistan’da Yahudiler ile Hıristiyanlar da çok sayıda bulunuyorlardı. Bu dinde olanlar da kendilerine ait dini kitaplara inanıyorlardı. Bu bakımdan, Arapların bütün semavi kitapları bir anda yok saymalarına imkân yoktu. Böyle yapmaları, onların müttefikleri olan Hıristiyanlar ile Yahudilerin menfaatine aykırı düşecekti. Bundan dolayıdır ki, Arap kâfirler bu görüşlerinde fazla ısrar etmediler.
25.3.7. Kur’ân-ı Kerîm’i Hz. Muhammed (a.s.)’in Yazmış Olduğuna Dair İtirazlar
Kâfirler ile müşrikler bundan sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Muhammed (a.s.) tarafından yazıldığı ve uydurulduğu fikrini ortaya atmaya başladılar. Kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi yazdığı bir kitabı Allah’ın kelâmı olarak dünyaya sunmaya çalıştığını öne sürdüler. Bu fikrin reddi için Kur’ân-ı Kerîm’de çok kuvvetli deliller verilmiştir ve bunun Allah’ın kelâmı olduğu ısrarla belirtilmiştir:
“Kendisinde hiç şüphe olmayan bu Kitab’ın indirilişi, Âlemlerin Rabbindendir.” (Secde; 2)
Kur’an-ı Kerîm’in pek çok sûresi bu tür tanıtıcı ve aydınlatıcı cümlelerle ve ayetlerle başlar. Bunlarla, bu sözlerin nereden ve kimden geldiği anlatılmak ve hatırlatılmak istenir. Konuyu daha iyi anlayabilmek için, bunu radyoda bir program yayınlamasından önce spikerin birkaç tanıtıcı söz söylemesine benzetebiliriz. Bilindiği gibi, bu tür bir programı tanıtan ve açıklayan spiker ilk önce hangi radyo istasyonundan konuştuğunu söyler. Kur’ân-ı Kerîm’de aynı yola başvurularak, ama daha muhteşem ve daha etkileyici bir şekilde deniliyor ki, bu sûre kâinatlar hakiminden geliyor. Bu uyarı ve hatırlatma olağanüstü önem taşımaktadır. Bu bir bakıma büyük bir iddia, meydan okuma ve sert bir ikazdır. Çünkü, birden bire deniliyor ki; bu bir insanın değil, Allah’ın kelâmıdır. Bu ilân ve açıklama, insanları, bunu kabul edip etmemeleri gibi iki seçenek ile karşı karşıya bırakıyor. Bu seçenekler büyük önem taşımaktadır. Kur’an-ı Kerîm’i Allah’ın kelâmı olarak kabul eden bir kişi tamamıyla teslim oluyor. Bundan sonra kendisi için hak ve hürriyet diye bir şey kalmıyor. Sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olduğunu bile bile bunu reddetmesi veya buna teslim olmasının korkunç neticelerine katlanacağını düşünüyor ve canını sıkıyor. Böyle bir durumda kendisinin ebediyyen lânetlenmiş olacağını biliyor. Bu sebeple, sûrenin başındaki uyancı cümle okuyucu ve dinleyicilerin dikkatini celp ediyor ve söylenecek şeylere baktıktan sonra Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olup olmadığına karar vermelerini istiyor.
Burada, Kur’ân-ı Kerîm’in, Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği söylenmekle yetinilmemiştir. Bunun yanı sıra şu sözlere de yer verilmiştir: “Kendisinde hiç şüphe olmayan bu kitab’ın indirilişi, Âlemlerin Rabbindendir.” Bu uyarıcı cümleyi Kur’ân-ı Kerîm’in inişi ile ilgili şartlar göz önünde bulundurarak inceleyecek olursak, Cenâb-ı Allah’ın iddiası ile beraber bir delil de sunduğunu görürüz. Bu delil Mekkelilerden saklı değildi. Bu kitabı sunan kişinin bütün hayatı onların önünde idi. Mekkeliler, Kitab’ın inişinden önce ve sonra Hz. Peygamber (a.s.)’in yaşantısını ve karakterini pekiyi biliyorlardı. Onun, Arabistan’ın belki de en doğru sözlü, temiz karakterli ve dürüst kişisi olduğunun farkında idiler. Bu kitabın dili ve üslûbunun Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi dili ve üslûbundan kat kat farklı olduğunu anlıyorlardı. Akıl ve mantıklarını kullanarak, aynı şahsın dilinde ve ifadesinde böylesine büyük bir fark olamayacağını anlıyorlardı. Bu Kitab’ın büyüleyici stilini ve ebedi değerini anlıyorlardı. Arapça’yı iyi bilen ve konuşan bir millet olarak da bütün şair ve yazarlarının bu muazzam Kitab’ın en ufak eşini bile hazırlamaktan âciz olduklarını pekalâ biliyorlardı. Ayrıca, Arapların şair, kâhin ve hatiplerinin eserleri ve konuşmaları ile bu Kitap arasındaki farktan da habersiz değillerdi. Sadece bu değil, bu Kitab’ta yer alan konu, hikâye, masal ve destanların ne kadar yüce, temiz ve nezih olduğunu da anlıyorlardı. Bu kitap yoluyla verilen davette en ufak şahsi menfaate rastlanmadığını da biliyorlardı. Ne kadar titiz olurlarsa olsunlar, Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik iddiasını, şahsi menfaati veya ailesi, kabilesi veya milletinin insanlarının nasıl koştuklarını ve bu daveti kabul ettikten sonra hayatlarında ne büyük değişiklikler olduğunu da görüyorlardı. Bütün bu gerçekler, ileri sürülen iddianın birer inkâr edilmez delili olarak ortada duruyorlardı. Bu yüzden, bu ortamda ve şartlarda, bu Kitab’ın Âlemlerin Rabbi tarafından inişine şüphe olmadığını söylemek yeterliydi. Bununla beraber başka bir delil sunmaya gerek duyulmadı.
“Yoksa, (müşrikler) ‘bunu kendiliğinden uydurdu mu?’ diyorlar. Hayır, O belki hidâyete nail olurlar diye senden evvel kendilerine bir inzar edici (korkutucu) gelmemiş olan bir kavmi, Allah’ın azabından korkulasın diye Rabbin tarafından hak olarak indirilmiştir.” (Secde; 3)
Girişteki cümleden sonra Mekkeli müşriklerin ilk itirazı ele alınıyor ve Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvetinden şüphe etmeleri üzerine bir soru sorulmuyor, aksine hayret ve şaşkınlık belirtiliyor. Burada denilmek isteniyor ki, bütün gerçekler gün gibi ortada dururken nasıl oluyor da bu inatçı, lâftan anlamaz ve utanmaz kimseler, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirildiğine inanmak istemiyorlar ve bunun Rasûlullah (a.s.)’ın bir uydurması olduğunu söylemeye cesaret edebiliyorlar? Bu kadar mesnetsiz, bu kadar saçma, bu kadar abes bir iftira ve ithamda bulunurken hiç utanç ve hicap duymuyorlar mı? Bu gibi ahmakça itiraz ve suçlamalarda bulunurken, Hz. Muhammed (a.s.)’i bilen, onun çalışmalarım gören ve onun meziyet ve kabiliyeti ile dil ve ifadesini bilenlerin kendileri hakkında ne diyeceklerini biraz olsun düşünmüyorlar mı?
Nasıl ki, ilk ayette Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olmasını belirtmek için “Kendisinde hiç şüphe olmayan” deyimi kullanılmakla yetinilmişse, yukarıdaki ayette de Mekkeli kâfirlerin itirazına cevap olarak sadece, “Rabbin tarafından hak olarak indirilmiştir” cümlesi söylenmekle yetinilmiştir. Bunun sebebini biz Secde sûresinin 2. ayetinin manasını belirtirken izah etmeye çalışmıştık. Yani, kimin, hangi ortamda ve hangi şartlarda, neyi ne büyük şan ve şerefle kimlere sunmakta olduğunu belirtmiştik. Bütün bunlar halk arasında ve Mekke ahalisinin gözleri önünde cereyan ediyordu. Ayrıca, Allah’ın kelamı da kendisine has bir dil, üslûp ve muhtevayla onların önünde bulunuyordu. Bu yüce Kitab’ın, Mekke ahalisi üzerindeki olumlu etkisi de açıkça görülüyordu. Böyle bir durumda bu Kitab’ın Alemlerin Rabbi tarafından Hak’la indirilen bir eser olduğunu belirtmek, kâfirlerin iftira ve ithamlarını ortadan kaldıracak bariz ve sarih bir açıklama idi. Bunun dışında başka herhangi bir delil vermeye gerek yoktu. Çünkü, böyle bir hareket, meseleyi kuvvetlendirmek yerine zayıflatacaktı. Bunu şöyle bir misal ile anlayabiliriz: Gündüz, güneş bütün hiddeti ve parlaklığıyla ortada varken, utanmaz ve inatçı bir kişi vaktin gece olduğunu söylüyor. Buna cevap olarak o kişiye sadece şu sözler söylenebilir: “Sen şu sırada vaktin gece olduğunu nereden söylüyorsun. Ortalığın günlük güneşlik olduğunu görmüyor musun?” Bu sözlerden sonra başka bir şey söylemeye gerek var mıdır? Söylenirse, verilen cevap zayıflar, kuvvetlenmez.
“Bu Kur’an Allah’ındır. O’ndan başkasına nispet edilemez. Velâkin o, kendinden evvel gelen kitapları tasdik ve tafsil eder. Ve Rabbül-Alemin tarafından olduğuna şüphe olmayan Kur’an’dır.” (Yunus; 37)
Yani burada denilmek isteniyor ki, Kur’ân-ı Kerîm geçmiş peygamberlerin emir, talimat ve mesajlarını tasdik ve teyid eden bir ilâhi kitaptır. Kur’ân-ı Kerîm bu kutsal kitapların dışında bir şey sayılmamalıdır. Şayet bu kitap yeni bir din yaymak isteyen sahte bir peygamberin uydurması ve hayal mahsulü olsaydı, bunda eski kutsal kitapların ifade ve üslûplarının taklit edilmesinin yanı sıra bazı yeni ve çekici şeyler de bulunurdu. Buna eskilerin yanı sıra yeni renk ve çeşni katılmaya çalışılırdı. “Kitapları tafsil eder” deyiminin anlamı ise, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün semavî kitapların temel ilke ve kuralları ile emir, yasak, telkin, talimat, mesaj ve ikazların delillerle, açıklıkla ve uygulama şekilleriyle anlatılmış olmasıdır.
“De ki, Yemin olsun, eğer İnsanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, onun mislini getiremezler. Birbirlerine yardımcı olsalar bile. ” (İsrâ; 88)
Kur’ân-ı Kerîm’in bu meydan okuması dört yerde daha yer almıştır. Bakara sûresi 23-24, Yunus sûresi, 38, Hûd suresi 13. ayette ve Tûr sûresi 33-34, ayette. Bütün bu ayetler, Hz. Peygamber (a.s.)’in Kur’ân-ı Kerîm’i kendi uydurup Allah’ın kelâmı olarak dünyaya takdim etmeye çalıştığı yolunda Mekkeli kâfirlerin iddialarına cevap olarak indirilmiştir. Ayrıca, bu iddia Yunus sûresinin 16. ayetinde de reddedilirken şöyle denilmiştir:
“Eğer Allah istemiş olsaydı, size Kur’an’ı tilâvet ve tebliğ etmezdim. Hatta, onu size bildirmezdim. Bundan evvel aranızda senelerce yaşadım. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?”
Bu ayetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olduğuna dair verilen deliller üç noktada toplanabilir: Birincisi, Kur’ân-ı Kerîm, dili, anlatım biçimi, üslûbu, ifadeleri, muhtevası, bahisleri, öğretileri ve gaipten haberleri bakımından, insanların bir benzerini ortaya çıkarmaları mümkün olmayan bir Mu’cizedir. Onlar diyorlar ki, bunu bir insan uydurmuştur. Ama biz diyoruz ki, bütün dünyanın âlim ve yazarları bile bir araya gelerek böylesine Mu’cizevi bir eser meydana getiremezler. Bir benzerini meydana getirmeleri şöyle dursun, bunun bir sûresinin benzerini bile yazamazlar, hazırlayamazlar. Hatta, müşriklerin mabud ilân ettikleri cinler bile Kur’ân-ı Kerîm’in münkirlerinin yardımına koşsalar, Kur’an-ı Kerîm’e benzer bir kitap meydana getiremezler.
İkincisi, Muhammed Mustafa (a.s.) bir yabancı değildir ve birden bire aranızdan çıkmamıştır. O, Kur’ân-ı Kerîm’in inişinden önce 40 yıl aranızda yaşamıştır. Peygamberlik makamına getirilmesinden bir gün önce bile ağzından, Kur’ân-ı Kerîm’e benzer bir kelâmı ve içinde bahsedilen mevzuları hiç duydunuz mu? Eğer duymamışsanız -ki mutlaka duymamışsınızdır- bir kişinin dil, ifade, düşünce, bilgi ve anlatım tarzında bir günde bu kadar büyük bir değişiklik olacağına imkân ve ihtimal verebiliyor musunuz?
Üçüncüsü, Hz. Muhammed (a.s.) size Kur’ân-ı Kerîm’i okuduktan sonra ortadan kaybolmuyor, aksine aranızda kalıyor. Siz O’nun ağzından Kur’ân-ı Kerîm’in dışında diğer şeyler duyuyorsunuz, onunla sohbet ediyorsunuz ve o size pek çok şeylerden bahsediyor ve konuşmalar yapıyor. Şimdi onun, bir normal konuşmalarına bakın, bir de Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesi, ve üslûbuna bakın. Bir insanın konuşma ve sözleri arasında bu kadar büyük fark olmaz. Bu fark, sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi çağında, kendi hemşehrileri arasında yaşadığı sırada belirgin değildi; aksine bugün de bu fark, Kur’ân-ı Kerîm ile Hadis-i Şerif karşılaştırılınca kolayca anlaşılabilir. Hadislerde Hz. Peygamber (a.s.)’in yüzlerce söz, deyim, rivâyet, hikâye, hutbe ve vaazları aynen muhafaza edilmiş durumdadır. Bunların dili ve üslûbu, Kur’an-ı Kerîm’inkilerden o kadar değişik ve farklıdır ki, bugün Arap filoloji uzmanlarından, Arapça dil bilginlerinden Arap eleştirmen, yazar ve şairlerinden hiçbiri bunların aynı kişinin eserleri olduğunu iddia etmeye cüret ve cesaret edemez.
“Yoksa onlar, ‘Muhammed, Kurân-ı kendisi mi uydurdu?’ diyorlar. De ki, ‘Eğer sözünüzde doğru iseniz siz de uydurma olarak, Allah’tan başka gücünüzün yettiği kimseleri yardıma çağırıp onun benzeri on sûre getiriniz.’ Onlar sizin bu davetinize icabet etmezlerse, biliniz ki, Kur’ân Allah’ın ilmi ile indirilmiştir. Allah’tan başka ilâh yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz?” (Hûd; 13-14)
Burada bir tek delil ile hem Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelamı olduğu hem de Allah’ın tek olduğu ispatlanmıştır. Bu delili şöyle özetleyebiliriz:
1) Eğer sizce Kur’ân-ı Kerîm bir insanın kelamı ise, o zaman insanın buna kâdir olması gerekir. Bu yüzden, Hz. Muhammed (a.s.)’in bunu yazdığı yolundaki Mekkeli müşriklerin iddiası, ancak böyle bir Kitab’ı yazabilmeleri halinde doğru sayılabilir. Fakat bu hususta Cenâb-ı Allah’ın tekrar tekrar meydan okumasına rağmen bunun bir eşini gösterememişlerdir. Madem ki bu meydan okumalarına rağmen kimse bu Kitab’ın bir eşini hazırlayamıyor o halde demektir ki onların gücü böyle bir eser meydana getirmeye yetmez ve bu mutlaka Allah’ın kelâmıdır. Hz. Muhammed (a.s.)’in bunu yazdığı veya uydurduğu doğru olmayıp bu doğrudan Cenâb-ı Allah tarafından indirilen bir kelâmdır.
2) Ayrıca, bu Kitâb’da Mekkeli müşriklerin mabudları açıkça tekzip edilmiş, onların Allah’ın ulûhiyetinde hiçbir payları olmadığı, onların sahte olduğu ve onlara ibadet edilmemesi gerektiği kaydedilmiştir. Şimdi eğer kendileri gerçekten mabud iseler ve bazı tanrısal güce sahipseler o zaman Hz. Muhammed (a.s.) ile Kur’ân-ı Kerîm’in iddiasını reddetmek için gereken delili ortaya koysunlar. Meselâ, Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini getirmeye çalışsınlar ve bu hususta Mekkeli kâfirlere yardımcı olsunlar. Fakat bu kritik anda bile Mekkeli kâfirlere yardım edemeyen ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir eşini ortaya çıkaramayan bu put ve ilâhların sahte olduğu ve bir işe yaramadığı ortadadır. Bunlar derhal terk edilmeli ve gerçek Tanrı ve Yaratıcı’ya dönülmelidir:
“Kâfirler, O’nu Peygamber kendiliğinden uydurdu mu diyorlar? Deki, ‘eğer sözünüzde doğruysanız, Allah’tan başka, gücünüzün yettiği kim varsa onları da dâvet ederek bunun benzeri bir sûre getiriniz.” (Yunus; 38)
Kur’ân-ı Kerîm’in bu meydan okumasının, bu ilâhi kitabın sadece dili üslûbu, fesahat ve belağati ve ebedi değerleriyle ilgili olduğuna dair genel bir kanı vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizevî durumuna ilişkin yapılan bahislerden böyle bir yanılgıya düşmek gayet doğaldır. Fakat, Kur’ân-ı Kerîm kendi eşsizliğini ve örnek durumunu sadece teknik ve edebî meziyetlerine dayandırmayacak kadar büyük bir Kitaptır. Hiç şüphe yok ki, Kur’ân-ı Kerîm dili, ifadesi ve üslûbu bakımından da eşsiz bir eserdir. Fakat insan aklının bunun gibi başka bir eser yaratamayacağını söylemesinin maksadı bunun içeriği ve öğretisidir. Zaten bu noktaya Kur’ân-ı Kerîm’de de çeşitli yerlerde temas edilmiştir:
“Yoksa onu (Kur’ân’ı) kendisi mi uydurdu diyorlar? Hayır onlar iman etmezler. Eğer ‘uydurmanın mümkün olduğu’ (hakkındaki) sözlerinde doğruysalar onun gibi bir söz getirsinler.” (Tûr; 33-34)
Başka bir deyimle, Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Muhammed (a.s.)’in bir eseri olduğuna inanan Mekkeli müşrikler dahi gerçekte böyle bir Kitab’ın onun uydurması olamayacağını kabul ediyorlardı. Bunlar resmen ne söylerse söylesinler, özel olarak ve özel sohbetlerinde Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizevî şekline ve durumuna hayrandılar. Arapça dil ve edebiyatına vakıf olan bir kişi de, Kur’ân-ı Kerîm’in meziyetlerini gördükten sonra bunun bir insanın eseri olmadığına inanır. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)’i yakından tanıyan ve bilenler de bu gibi sözlerin O’nun dilinden ve ağzından çıkmadığına kanaat getirirler. O sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Muhammed (a.s.)’in bir uydurması olduğunda ısrar edenler aslında kötü niyetli insanlardır. Onlar Hz. Muhammed (a.s.)’in davetine icabet etmek istemedikleri gibi, ne O’na ne de Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmek istemiyorlar. Bunun için de türlü türlü bahanelerde bulunuyorlar.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Muhammed (a.s.)’in kelâmı olmadığının söylenmesiyle de mesele bitmiyor. Aksine böyle bir kelâmın hiçbir insan tarafından yaratılamayacağını ve yaratılmadığını da söylemek daha doğru olacaktır. Eğer bir kimsenin bu hususta bir şüphesi varsa, ortaya çıksın ve bunun gibi bir eser getirip göstersin. Böyle bir meydan okuma yalnızca Kureyşli kâfirlere değil bütün dünyanın münkirlerine yöneliktir. Bu meydan okuma Mekke’de üç defa ve Medine’de de bir defa daha tekrarlanmıştır. (Bk: Yunus; 38, Hûd; 13, İsrâ; 86 ve Bakara; 237) Ne var ki, Kur’ân-ı Kerîm ve Furkân-ı Hamîd’in bu meydan okuması, gerek Hz. Muhammed (a.s.)’in yaşadığı çağda, gerekse günümüze kadar geçen çağlarda cevapsız kalmıştır ve benzeri hiçbir insanî eser bunun karşısına çıkarılamamıştır.
Bu meydan okumanın gerçek mahiyetini, mana ve ehemmiyetini anlamamış olan bazı kimseler diyor ki; böyle bir şey sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsus değildir. Hiçbir şair ve edib başka bir yazarın eserini taklit edemez ve onun ifade ve üslûbunu kullanamaz. Mevlana Celâleddin-i Rumî, Homeros, Shakespeare, Goethe, Mirza Galip, Tagore ve Allame İkbal hepsi birbirinden farklı şair ve yazarlardır ve kendi yazı stillerinin mücahitleridir, başkaları onları taklid edemez. Bu itiraz doğru ve yerindedir; eğer bununla herhangi bir yazı veya şiirin dış görünüşü veya muhtevası kastediliyorsa. Ama burada durum bambaşkadır. Kur’an-ı Kerîm’in anlatım tarzına sahip bir kitabın ortaya çıkarılması asıl maksat değildir. Burada denilmek istenen şey, Kur’ân-ı Kerîm’in herkesi büyüleyen ifade ve üslûbunun yanı sıra, muhtevası ve etkinliğidir. Burada denilmek isteniyor ki; kimse ister Arapça, ister başka bir dilde olsun, Kur’ân-ı Kerîm’in seviyesinde bir eser yaratamaz veya eşini getiremez. Bu sebepten dolayıdır ki Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (a.s.) zamanında olduğu gibi bugün de bir Mu’cize olarak ortada duruyor. Biz burada Kur’ân-ı Kerîm’i bir Mu’cize haline getiren bu özelliklerden bazısını sıralamaya çalışacağız:
1) Kur’ân-ı Kerîm hangi dilde indirilmişse, o dilin en mükemmel örneği ve şaheseri sayılmıştır. Bütün Kitap’ta bir tek kelime veya cümle, gramer, filoloji ve edebî ölçülerin dışında değildir. Bir konu bazen birçok defa işlenmiştir. Ama her defasında yeni bir anlatım tarzı ve üslûpla ele alınmıştır. Bu yüzden hiçbir yerde tekerrür’ün can sıkıcılığına rastlanmıyor. Başından sonuna kadar, kelimeler inci ve elmaslar gibi yerli yerine oturtulmuşlardır. Kelâm’ın ifadesi o kadar akıcı ve etkileyicidir ki okuyucu veya dinleyiciyi mest etmemesine imkân yoktur. O kadar ki, Kur’ân-ı Kerîm’in ezeli münkir ve muhalifleri bile bu özelliğine karşı ne yapacaklarını şaşırırlar. Bugün aradan 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerîm, Arap edebiyatının bir şaheseri ve emsaline hiç rastlanmayan bir eseridir. Arapçada Kur’ân-ı Kerîm’in seviyesine yükselmek şöyle dursun, yanına yaklaşabilen bir eser bile yoktur. Sadece bu değil, Kur’ân-ı Kerîm Arapçada öyle bir standart meydana getirmişti ki, on dört asır geçmesine rağmen dilbilimi, gramer, kompozisyon ve fesahat ile belagat için getirdiği kurallar ve boyutlar bugün de aynen muhafaza ediliyor. Halbuki, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir dil bu kadar uzun süre böylesine katı kurallar içinde ve aynı şekilde muhafaza edilememiştir. Aradan geçen yüzyıllarda hemen hemen bütün diğer dillerde imlâ, yazı, deyim, gramer, kompozisyon değişiklikleri meydana gelmiş ve bazı diller tanınmaz hale gelmişlerdir. Fakat, Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizevi tesirine bakın ki, aynı süre içinde Arapça’da gözle görülür herhangi bir değişiklik olmamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in bir tek kelimesi bile terk edilmemiş ve günlük konuşmalardan kalkmamıştır. Kur’ân’ın her deyimi ve darb-ı meseli bugün de geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm’in kendisi Arap edebiyatının erişilmez bir örneğidir. Dünyada insanın yazdığı veya yarattığı herhangi bir eser ve kitap bu özelliklere sahip sayılabilir mi?
2) Dünyada insan soyunun fikir, ideoloji, ahlâk, medeniyet, kültür ve hayat tarzını Kur’ân-ı Kerîm kadar derin ve etkin biçimde etkileyen ve değiştiren başka bir eser yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’in tesiriyle, ilk önce bir milletin görüşü ve hayatı değişti, daha sonra, bu millet dünyanın tarihini, medeniyetini ve hatta kaderini değiştiriverdi. Dünyada böylesine inkılapçı, böylesine İslahatçı başka bir kitap var mıdır? Bu Kitap sadece kâğıt üzerinde yazılan kitaplardan değildir. Aksine, bu kitabın her kelimesi düşünce ve görüşün teşekkülünde ve daimi bir medeniyetin meydana gelmesinde kullanılmış ve tatbik edilmiştir. Bu kitap geçen 1400 yıldan beri şu veya bu şekilde tatbik edilmektedir ve gün geçtikçe bunun etkinliği ve etki alanı da genişlemektedir.
3) Kur’ân-ı Kerîm’in içeriği de çok derin ve geniştir. Bahsettiği meseleler insanların doğuşundan ebediyete kadar geniş bir zamanı kapsarken, bütün kâinatı içine alacak kadar geniş bir mekânı içermektedir. Kur’ân-ı Kerîm, kâinatın hakikati, doğuşu, sonu ve kaide, kanun ve nizamından bahseder. Bu kitap, Kâinatın yaratıcısı, düşünürü ve yöneticisinin kim olduğunu, hangi sıfatları ve salâhiyetleri olduğunu, bu dünyayı ve kâinatı ne için yarattığını, bu kâinatta insanın durumunun ve yerinin ne olduğunu anlatır. İnsanın nasıl bir yaratık olduğunu, nelere gücü yettiğini, nelere yetmediğini, meziyetlerinin ve ayıplarının ne olduğunu ve nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini bildirir. İnsanlar için doğru yolun ne olduğunu, yanlış yoldan neden kaçınmaları gerektiğini ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm bu hususta yerde ve gökteki sayısız işaret ve yaratıkları insanlara birer delil olarak gösterir; insanlık tarihinden ibret verici dersler verir; yanlış yola düşenlerin ne gibi felâketlere sürüklendiğini anlatır; doğru yolun her zaman aynı olduğunu, gelecekte de aynı olacağını ve hiç değişmeyeceğini kaydeder. Kur’ân-ı Kerîm, insanlara sadece doğru yolu göstermekle yetinmez, ayrıca bu hususta çeşitli kaide, kural ve yöntemler de öğretir. Kısacası, akaid, ahlâk, nefsin tezkiyesi, ibadet, cemiyet, medeniyet, kültür ekonomi, siyaset, hukuk, adalet v.s. gibi insan hayatım ilgilendiren hemen hemen bütün bir nizamı önümüze serer. Kur’ân-ı Kerîm bizi, yanlış yolda bulunmanın cezasının öbür dünyada çok ağır olacağı konusunda da uyarır. Bu ilâhî kitap dünyamızın bir gün yok olacağı, yeni bir dünyanın kurulacağı konusunda bize ayrıntılı bilgiler verir. Bu dünya ve öbür dünya arasındaki farkı dile getirir ve bu dünyadan öbür dünyaya geçişin bütün ayrıntılarını anlatır. Ayrıca öbür dünyayı canlı olarak gözümüzün önüne getirir. Öbür dünyada insanın nasıl diriltileceğini, dünyadaki amellerinin nasıl Allah’ın terazisinde tartılacağını, insanların hangi konuda Allah’a hesap vereceklerini, onların hangi konuda özellikle sorguya çekileceklerini, ilâhi mahkemede nasıl karar verileceğini, kimlerin ceza göreceklerini, kimlerin ödül alacaklarını uzun uzun ifade eder. Bu Kitab’ın yazarının herhangi bir şeyi tahmin ve kıyasla değil, her şeyden emin ve her konuda bilgili olarak sözler söylediği açıkça ortaya çıkıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de şüphe, şaibe, tahmin ve kıyasa yer yoktur. Her şey olduğu gibi ve gerçekler bütün çıplaklıklarıyla dile getirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in okuru, bunun yazarının bakışının ezelden ebede kadar uzanmış olduğunu görür. Her şeyi doğrudan bildiğini anlar. Kâinatın tümünün O’nun için bir kitap gibi açık olduğunu fark eder. İnsan soyunun başlamasından bugüne kadar ve kıyamete kadar her şeyi gördüğünü ve bildiğini anlar. İlim ve tecrübeye dayalı olarak anlattığı gerçekler ve beyanda bulunduğu gaybî gerçeklerden hiçbiri bugüne kadar yanlış çıkmamış ve tekzip edilememiştir. Kâinat ve insan ile ilgili söylediği sözler bütün gerçekler ve delillerle ispatlanmıştır. İster felsefe, ister fen, ister sosyal bilimler olsun, her alanla ilgili sorulara kesin ve inkâr edilmez cevaplar verdiğini anlar. Ayrıca bu Kitab’ın yazarının bütün bu konularda yaptığı açıklama ve verdiği cevaplar öylesine birbirine bağlantılı ve dengelidir ki, bunlar üzerinde hayat nizamı ve insan medeniyetinin koskoca binaları inşa edilebilir. Sadece bu değil, Kur’ân-ı Kerîm bu hususta insanlara pratik yollar da göstermiş, hareket tarzlarını belirlemiştir. Gerçek şu ki, geçen 1400 yılda birçok defa ve halâ birçok yerde, Kur’ân-ı Kerîm’in öğretilerinin ışığında bireysel ve toplumsal hayatlar sürülmektedir. İnsan tecrübesi de bu nizamın en doğru, en uygun ve yararlı olduğunu göstermiştir. Dünyada bunca özellikleri ve öğretileri olan böylesine çok yönlü başka bir eser var mıdır?
4) Bu kitabın tümü aynı zamanda yazılıp dünyaya sunulmamıştı. Aksine parça parça ve yıllarca devam eden bir işlemin sonucuydu. Evvela bir takım emir ve direktifler verildi ve bunlarla beraber bir islâh hareketi başlatıldı. Bu hareket tam 23 yıl devam etti ve bu uzun süre içinde, hareketin her safhasında karşılaşılan her güçlük ve engellerde günün şartlarına göre, Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli cüzleri, bu hareketin liderinin ağzıyla, bazen birkaç söz, bazen da uzun hutbe ve konuşmalar şeklinde çıktı. Daha sonra bu hareketin tamamlanması ve Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik vazifesinin sona ermesinden sonra bu cüzler bir araya getirilip, “Kur’ân” ismiyle dünyaya sunuldu. Hareketin liderinin ifadesine göre, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan kelime, cümle, emir, talimat, vaaz ve konuşmalar kendisine ait olmayıp. Alemlerin Rabbi’nden kendisine indirilen kelâmdı. Eğer bir kişi, bu kelâm’ın Allah’a değil hareketin liderine ait olduğunu iddia ediyorsa, o zaman bunun için inandırıcı deliller de sunmalıdır. Bu kişi görüşünü savunurken, dünyada bir hareketin liderinin yıllarca bu hareketi yürüttüğünü, bunu muazzam bir devlet ve toplum düzenine dönüştürdüğünü, bazen bir vaiz ve ahlâk hocası, bazen mazlum bir cemaatin lideri, bazen bir devletin başı, bazen savaş meydanında bir ordunun kumandanı, bazen bir fâtih, bazen bir avukat, hakim ve hukukçu, bazen idareci ve iktisatçı olarak kısacası, çeşitli mevkilerde ve şartlarda söylediği her söz, verdiği her emir ve yaptığı her konuşmanın birleşerek bir kitap haline geldiğini ve bunun bir nizamın temelini oluşturduğunu ispatlamak zorundadır. Bu kişi bütün bu söz ve konuşmalar arasında herhangi bir tezât veya tenakuz bulunmadığını, her yerde merkezi fikri muhafaza ettiğini hepsinde bir bağlantı, ifade ve üslûp birliği bulunduğunu da ispatlamalıdır. Bu kişi, bu Kitab’ın bir insan aklının ürünü olduğunu düşünüyorsa, o insanın hareketin başlangıcında savunduğu fikir ve inançları, hayatının sonuna kadar sürdürdüğünü, hareketin başlangıcında bunun hangi safhalardan geçeceğini ve bu safhalarda ne gibi tavırlar alınacağını sezecek kadar basiretli olduğunu ortaya koymak zorundadır. Eğer böyle bir kişinin, böyle bir eser meydana getirmesine imkân varsa, o kişiye ve onun eserine işaret edilmelidir. Bunun başka bir eşi olduğu ispatlanmalıdır.
5) Ağzından Kur’ân-ı Kerîm’in söz ve vaazları çıkan lider ve önder damdan düşer gibi Mekkeliler arasından çıkmamıştı. O, bilinmeyen bir ülkeden, bilinmeyen ve beklenmedik bir saatte gelip hikmetli sözlerim söyleyip yine kayıplara karışmadı. Aksine bu lider, başlattığı hareketten önce de İnsanlar arasında ve bir toplumda, sonra da yine İnsanlar arasında hayatını sürdürmüştü. O’nun sözleri, konuşma tarzı ve üslûbunu herkes bilirdi. Hadislerde O’nun söz ve konuşmaları hemen hemen aynı şekilde muhafaza edilmişlerdir. Arapça bilenler bugün de bu ibare ve ifadeleri okuyup, Allah’ın Kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm ile karşılaştırabilirler. Gerek bu liderin yaşadığı çağda, gerekse günümüzde bu iki eserin dil, ifade ve üslûbunda büyük fark olduğunu kabul edenlerin bulunduğunu söyleyebiliriz. Merakı olan herkes Kur’ân-ı Kerîm ile hadisleri birbiriyle karşılaştırarak bu farkı görebilir. Bu fark, bilhassa hadislerde iktibas edilen Kur’ân’ın ayet veya süreleriyle daha da belirgin bir hal alır. Bir insanın dünyada böyle bir sahtekârlık yaptığına şahit olunmuş mudur? Bir kişinin yıllarca iki ayrı dil, ifade ve üslûp kullandığına hiç rastlanmış mıdır. Bu kişinin yıllarca bu işi kimsenin şüphesini çekmeden ve kimseye yakalanmadan becermesine imkân ve ihtimal var mıdır? Böyle bir ikililik belki de geçici bir müddet için başarılı olabilir, ama bir kişinin tam 23 yıl bunu becermesi mümkün müdür? Bir kişi çıkıp, bu kişinin Allah’tan vahiy aldığını söylediği zaman başka türlü konuştuğunu ve vahiy gelmediğini söylediği zaman başka ve sohbet ederken başka türlü konuştuğunu söyleyebilir ve ispatlayabilir mi?
6) Bahse konu olan lider ve önder, hareketin başında bulunduğu yaklaşık çeyrek yüzyıl çeşitli meseleler ve durumlarla karşı karşıya bulunmuştu. Bazen yıllarca kendi hemşehrileri ve kabile üyelerinin baskı, zulüm, eziyet, işkence ve alaylarına hedef oldu, bazen O’nun arkadaşlarına ve O’na tabi olanlara o kadar zulüm yapıldı ki onlar yurtlarını terk edip muhâcerete zorlandılar; bazen düşmanları O’nu öldürmeyi plânladılar; bazen doğduğu memleketten hicret etmeye mecbur oldu bazen büyük yalnızlık, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamak zorunda kaldı; bazen üst üste savaşlara katıldı; -ki bu savaşlardan bazısını kazandı ve bazısını kaybetti,-bazen düşmanlarına karşı büyük bir zafer kazandı; kendisine teslim olan düşmanları affetti ve en nihayet öyle bir maddi ve manevî kuvvet ve iktidara erişti ki, bunun karşı bir örneğine rastlanmaz. Gayet tabii ki bütün bu şartlarda ve durumlarda insanın duygulan aynı kalamaz ve kalmadı da. Nitekim, bu lider, bu şartlarda ne zaman kişisel düşünce ve görüşlerini açıklamışsa, bu söz ve konuşmalarda bu duygular ortaya çıkmıştır. Fakat ne zaman ki, kendisine Allah tarafından vahiy gelmiştir, o zaman bunlardan hiçbir eser görülmemiştir. Vahiyler her zaman, her türlü insanî ve şahsî hislerden arınmış olarak kalmıştır. Nitekim, bugün dahi bir kişi kalkıp, Kur’ân-ı Kerîm’in filan filan yerinde insanî hislere yer verildiğini iddia edemez.
7) Kitabullah’ta yer alan bilgiler, bu kitabın indiği çağda, Araplar şöyle dursun, Bizans, Roma, Yunan, İranlılarda bile yoktu. Hatta aradan geçen yüzyıllarda ve bugün yirminci yüzyılda bile bu bilgilere erişilememiştir. Bugün felsefe, fen, müsbet ilim ve sosyal bilimlerin herhangi bir dalında uzman kişiler bütün ömürlerini inceleme, araştırma ve denemeler yapmış olmalarına rağmen, işin aslını bilemezler ya da zar zor gerçeği bulmuş olurlar. Birçok ilim dalında pek çok gerçekler henüz öğrenilememiştir. Bu ilim dallarına ömürlerini vermişlerden pek çoğu inceleme ve deneyimlerinin sonunda Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya fırsat bulmuşlar ve üzerinde yıllarca çalışılan meselelerin hallinin önceden bu kitapta bulunduğunu gördükten sonra şaşıp kalmış ve Allah’ın büyüklüğüne ve bu kitabın faziletine iman etmişlerdir. Bu durum sadece bir ilim dalına mahsus olmayıp kâinat ve insanı ilgilendiren bütün bilgiler için doğru ve geçerlidir. Şimdi 1400 yıl önce Arabistan çölünde bir ümmi’nin bilgi hazinesinin bu kadar geniş ve basiretinin bu kadar keskin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizevî bir kelâm ve insanları acz içinde bırakan bir ilâhi kitap olduğuna dair daha başka deliller de sunulabilir. Ama biz burada bazı belli başlı delillerden bahsettik. Bunları ciddi olarak gözden geçirecek ve değerlendirecek olursak Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah’ın kelâmı olduğuna hiçbir şüphemiz kalmaz. Gerçek şu ki, Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizeleri bundan 14 asır önce olduğu gibi bugün de hem de daha belirgin bir şekilde ortada duruyor ve inşaallah, kıyamete kadar duracaktır.
25.3.8. Kur’ân’ın Tümünün Niçin Bir Anda İndirilmediğine İlişkin İtiraz
Yukarıda bahsettiğimiz hususlardan sonra Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın Kelâmı olduğu konusunda herhangi bir şüphenin kalmaması gerekiyordu. Ama, Kureyşli kâfirler yine de ikna olmamışlardı. Onların bir başka itirazı şuydu ki, bunu sık sık dile getiriyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm gerçekten Allah’ın kelâmı olsaydı, bu bir defada dünyaya indirilebilirdi. Bunun cüz cüz indirilmesinin ne gereği vardı? Bunun parça parça açıklanması, zamanla düşünülerek yazıldığı hissini veriyor ve biz öyle sanıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’de kâfirlerin bu itirazına yer verildikten sonra vahiylerin niçin cüz cüz ve belli aralıklarla indirildiği çok güzel ve etkileyici bir biçimde anlatılmıştır:
“Kâfirler, ‘Niçin Kur’an ona toptan nâzil olmadı?’ dediler. Onu böyle indirişimiz kalbini onunla sebatlandırmak içindir. Onu sana kısım kısım tilâvet ve kıraat ettik. Onlar senin için bir mesel getirdiklerinde biz onu hak ile ve en güzel tefsir ile reddederiz.” (Furkan; 32-33)
Bu, kâfirlerin çok sevdikleri bir itirazdı ve bunu, çok önemli ve kuvvetli olduğu düşüncesiyle sık sık tekrarlıyorlardı. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de buna da gayet makul ve inandırıcı cevap verilmek suretiyle bu itiraz da kolayca çürütülmüştür. Mekkeli kâfirler diyorlardı ki, eğer Hz. Peygamber (a.s.), düşünerek, başkalarına sorarak ve de kitaplara bakarak vahiyleri bize okumuyorsa, neden bütün Kur’ân-ı Kerîm’i bir defada ve toptan bize sunmuyor? Çünkü Allah’ın kudreti her şeye yetiyor. O her şeyi önceden biliyor, onun için gelecekte meydana gelecek gelişmelere dair de talimatını önceden gönderebilir. Bu itiraza cevap verilirken, Kur’ân-ı Kerîm’in hangi sebeplerle cüz cüz indirildiği şöyle sıralanmıştır:
1) Bu yola baş vurulmasının bir sebebi, Kur’ân-ı Kerîm’in her kelimesinin Hz. Muhammed (a.s.) ve diğer müslümanlar tarafından ezberlenebilmesi ve kafalarında mahfuz kalmasına imkân vermektir. Durum bunu gerektiriyor. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’in inişi ve yayını yazılı olarak değil, kulaktan kulağa duyma şeklinde oluyor. Bunu ilk kabul eden ümmî bir peygamberdir ve o da, bunu çoğu okuma yazma bilmeyen kişilere iletiyor.
2) Başka bir sebebi, Kur’ân-ı Kerîm’in tebliğ, telkin, emir ve talimatının herkesçe iyi bilinmesine ve hatırlanmasına imkân vermektir. Bu maksat için bir meseleyi yavaş yavaş anlatmak ve türlü türlü misal ve ifadelerle anlatmak gerekiyor.
3) Bir başka sebebi de Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği hayat tarzını İnsanlar için cazibeli kılmak ve böylece aralarında iyice yerleştirmektir. Bu amaçla, emir ve öğretileri az az ve belli aralıklarla iletmek daha yararlı olacaktır. Çünkü, bütün nizam ve kanun bir zamanda indirilmiş olsaydı, pek çok kişi dehşete kapılıp buna yanaşmayabilirlerdi. Allah’ın emrettiği nizam çok geniş kapsamlı ve o çağda mevcut olan bütün ideoloji, din ve nizamlardan yüzde yüz değişik olduğu için ilk aşamada pek çok kişi ürkerek bundan kaçarlardı. Ayrıca, her emir ve talimat ilgili şartlarda daha etkili ve inandırıcı olur. Eğer şartlar ve zaman müsaitse, o emir ve talimatın hikmeti ve zarureti daha iyi anlaşılır.
4) Bu yola baş vurulmasının bir başka hikmeti şuydu: İslâmî Hareketin emekleme devresinde Hak ile Batıl arasındaki savaş çetin bir şekilde devam ediyordu. Bunlar çok zor ve çileli günlerdi ve İslâmiyet’e yeni yeni girmiş olanlardan bazılarının sürekli olarak teselli edilmesi ve bütün muhalefetlere karşı direnmelerini sağlamak gerekiyordu. Bu şartlarda, Allah tarafından bir defada gayet hacimli ve büyük bir Kelâm’ın gelmesi yerine, zaman zaman, durumların gerektirdiği şekilde kısa vahiylerin gelmesi daha uygun ve yararlıydı. Uzun ve hacimli bir emir ve talimatlar mecmuası bıkkınlık getirir ve anlaşılmasını da güçleştirirdi. Halbuki, kısa kısa vahiyler geldikçe müslümanların imanları tazeleniyordu. Onlar en büyük hareketinde kendilerine cesaret verdiğini ve yol gösterdiğini görmekten memnun oluyor ve İslamiyet’e daha büyük bir inanç ve bağlılıkla sarılıyorlardı.
Bu son sebepten, Kur’ân-ı Kerîm’in iniş şeklinin bir hikmeti daha anlaşılmış oluyor. Şurası unutulmamalıdır ki, Cenab-ı Allah belki de “hidâyet” konulu bir kitap yazmak ve bunun neşri için Hz. Peygamber (a.s.)’i vazifeli olarak tâyin etmek istemiş olsaydı o zaman böyle bir kitap yazıp bir defada vazifeli kıldığı ferde vermesi doğru olacaktı. Fakat gaye ve hedef bambaşka idi. Cenâb-ı Allah, küfür, cahiliyet ve fıska karşı iman, İslâm ve itaat ile takva hareketini başlatmak istiyordu ve bu hareketin başına bir peygamberi lider ve önder olarak getirdi. Bu hareket devam ederken Cenâb-ı Allah, lidere ve ona tabi olanlara gerektiğinde bilgi, emir ve talimat verme vazifesini kendi üzerine alırken muhalif ve münkirlerin itiraz, şüphe ve karşı iddiada bulundukları ya da herhangi bir şüphe ve fitne yarattıkları zaman bunlara yeterli ve uygun cevap verme mesuliyetini de kendi omuzuna aldı. Sadece bu değil, Cenâb-ı Allah, İslâmî Hareket ile ilgili bazı emir ve telkinlere yanlış anlam vermeye çalıştıkları, ilâhi talimatı tevil ve tahrif etmeye kalkıştıkları zaman da gereken uyarı ve tenbihlerde bulunma fırsatını kullanıyordu. Böylece, çeşitli şartlarda ve çeşitli ihtiyaçlara cevap vermek üzere Cenab-ı Allah tarafından gelen emir, telkin, hidayet ve vaazların toplamına Kur’ân adı verildi. Bu kitap bir anayasa kitabı, hukuk kitabı, ahlâk kitabı veya felsefe kitabı değil, hareket kitabıdır. Nitekim, hareket’in geçtiği sayısız safhalarda, dönemeçlerde ve inişli çıkışlı virajlarda Kur’ân’ın çeşitli parçaları Hz. Peygamber (a.s.)’e inmeye devam etti ve O’nun bu dünyadan öbür dünyaya intikaliyle son buldu:
“Biz bir ayetin yerine diğer bir ayet getirdiğimizde ki Allah indireceği şeyi daha iyi bilir, kâfirler: ‘Sen ancak iftiracısın’ derler. Hayır onların çoğu bilmezler. De ki: ‘İman edenleri, imânlarında sabit kılmak için hidâyet rehberi ve mü’minlere müjde olmak üzere Kur’ân-ı Rabbin tarafından hak olarak Ruh’ul-Kudüs (Cebrail) indirdi” (Nahl; 101-102)
Bu ayetin yerine diğer bir ayetin getirilmesinin anlamı, bir emirden sonra başka bir emrin getirilmesi de olabilir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve talimatı tedricen inmiştir. Bazen bir mesele ile ilgili olarak birkaç yıllık ara ile iki veya üç emir gelmiştir. Mesela, şarap içme ve zina yapmanın cezalan v.s. Fakat Nahl sûresi Mekke döneminde indiği için biz yukarıdaki ayetin bu manâya geldiğine tereddüt ediyoruz. Bizim bildiğimiz kadarıyla bu devrede aynı mesele ile ilgili çeşitli emir ve talimatlar verilmemiştir. Bu sebeple, biz burada, “bir ayetin yerine diğer bir ayet getirdiğimizde” ibaresinin manâsının şöyle olabileceğine inanıyoruz: Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde bazı meseleler çeşitli misallerle anlatılmıştır. Yani, bir mesele anlatılırken bazen başka ve bazen da bir başka gösterilmiştir. Bir hikâye birkaç defa anlatılmış, ama her defasında değişik ifadeler kullanılmıştır. Bazen bir meselenin bir yanı ve bazen başka bir yanı izah edilmiştir. Bir konuda bazen başka ve bazen da başka bir delil verilmiştir. Bazen bir meseleye kısaca değinilmiş, bazen da etraflıca anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki, Mekkeli kâfirler Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’in Kur’ân-ı Kerîm’i (hâşâ) kendisinin uydurduğunu öne sürüyorlardı, onlara göre eğer bu Kitab’ın kaynağı ilâhi ilim olsaydı, her şey aynı zamanda anlatılır ve bütün Kitap aynı anda indirilirdi. Onlar diyordu ki, Allah İnsanlar gibi bilgisi kıt ve aklı kısa olan bir varlık değildir, bir meseleyi parça parça ve çeşitli zamanlarda anlatsın. Allah’ın fazla düşünmesine ve bilgisi arttıkça bir meseleyi açıklamasına ihtiyaç yoktur. Allah bazen başka bazen da daha başka bir şey söyleyemez. Onun, söylediği veya anlattığı bir şeyi düzeltmeye veya tekrarlamaya ihtiyacı yoktur.
Bu yanlış düşüncenin ortadan kaldırılması için deniliyor ki, bu Kitab’ı Cenâb-ı Allah’dan “Ruh-ul Kuds” getiriyor. Ruh-ul Kuds’ün kelime anlamı, “Temiz Ruh” veya “Temizliğin Ruhu”dır. Fakat bu kelimeler Hz. Cebrail’in unvanlarından biridir. Kur’ân-ı Kerîm’de başka bir yerde (Şuara suresinde) Hz. Cebrail için “Ruh-ul Emin” deyimi de kullanılmıştır; bunun anlamı, “Emin Ruh”tur. Burada vahiy getiren meleğin adı açıkça belirtilmek yerine ünvanı ve sıfatından bahsedilmiştir. Böylece dinleyici ve okurların, beşerî bütün eksik ve kayıplardan arınmış olan temiz ve emin bir ruh’un Kur’ân-ı getirmekte olduğunu bilmeleri istenmiştir. Bu ruh veya yaratık Allah’ın gönderdiği bir şeyi tahrif edemeyecektir. Aksine kendisine verilen emaneti olduğu gibi yerine getirecektir. Bu ruh Allah’ın gönderdiği bir şeyin yerine başka bir şeyi insanlara veya peygambere aktarmaya çalışmayacaktır. Zira o, ne yalancıdır ne de müfteridir. Bu yaratık kötü niyetli de değildir, ki kendi menfaati veya nefsi için başkalarını aldatmaya çalışsın. Bu tamamıyla mukaddes ve temiz bir ruhtur ve Allah’ın kendisine verdiği emaneti, eksiksiz, gönderilmesi gereken yere götürmektedir.
Bundan sonra, kâfirlerin Kur’ân-ı Kerîm’in tümünün bir anda indiril-memesinin sebebinin, bilgi azlığı ve kıtlığı olduğu yolundaki inançları da reddedilmiştir. Bu mukaddes kelâm’ın parça parça ve yavaş yavaş inmesi, Allah’ın bilgi hazinesinin az olduğunu ispatlamaz. Aslında, bunun sebebi, insanların zekâ seviyesinin sınırlı ve anlama gücünün az oluşudur. İnsan birçok meseleyi aynı ânda anlayamaz ve kavrayamaz. Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği bin bir meseleyi, emirleri ve gerçekleri bir insanın bir zamanda anlayıp tatbik etmesine imkân yoktur. Allah’ın hikmeti, bu Kitab’ın cüz cüz indirilmesinde saklıydı. Bunu Ruh-ul Kuds kısım kısım ve aralıklarla getirmekle mükellef kılınmıştı. Bu hususta bazen bir meseleye kısaca değiniliyor, bazen da tafsilâtına giriliyordu. Bazen bir meselenin bir yanının, başka bir zamanda da diğer bir yanının anlatılması uygun görülmüştür. Bazen başka bir ifade bazen da başka bir ifadenin insanlara daha cazip geleceği düşünülmüştü. Aynı meselenin çeşitli şekilde anlatılması tercih edilmişti. Bunun maksadı, çeşitli kabiliyet, zekâ seviyesi ve sezi kapasitesinde olanların Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği emir ve getirdiği yasakları iyice anlayıp iman etmelerini ve daha sonra sadakat ve inançla bunları tatbik etmelerini sağlamaktı.
Bu kademeli hidâyet ve telkinin bir başka gayesi de, hidayete erip doğru yolu takip etmekte olanlara, İslâmî davet ve çalışmalar ile günlük yaşantılarında karşılaştıkları çeşitli meseleler hakkında gereken emir ve telkini zamanında vermekti. Bu tür emir ve talimatın ne zamanından önce ne de hepsini bir arada vermek doğru ve uygun olacaktı.
Bu ayette Kur’ân-ı Kerîm’in kademeli ve parça parça gönderilmesinin bir başka sebebi daha anlatılmıştır. Buna göre, İslâmiyet’e girmiş olanların karşılaştıkları büyük direniş ve güçlükler sırasında Allah tarafından teselli edilmeleri gerekiyordu. Müslümanlar büyük bir sınavdan geçiyorlardı, onların yolları tıkanmaya çalışıyordu; küfür, hakaret ve işkence ile cesaretleri kırılmaya çalışıyordu. Bu zor günlerde onların, Allah’ın yardımına, ümit dolu sözlerine ve müjdelerine ihtiyaç vardı. Bunlar da olmasaydı, belki de dirençlerini kaybeder ve muhaliflerine yenilmiş olurlardı, işte bu çetin ve çileli günlerde Cenab-ı Allah, müslümanların mücadelesini canlı tutmak, geleceğin iyi ve güzel netice ve mükâfatlarından bahsetmek suretiyle cesaretlerini yüksek tutmak, geleceğe ümitle bakmak ve kararlı davranmalarını sağlamak amacıyla Kur’ân-ı Kerîm’i yavaş yavaş ve parça parça göndermeyi daha uygun buldu.
25.3.9. Başkalarının Kur’ân-ı Yazarak Hz. Muhammed (a.s.)’e Verdikleri Yolundaki İddialar
Daha önce bahsettiğimiz itiraz ve iddianın tam aksine Mekkeli kâfirler bir başka iftira ve ithamda da bulunuyorlardı. Onların iddiasına göre bazı eski dilleri bilen ve kitapları okuyan kimseler Hz. Muhammed (a.s.)’e bunlardan pasajlar okuyordu ya da Kur’ân-ı Kerîm’in söz ve ibarelerini aynen yazarak kendisine veriyorlardı ve Hz. Muhammed (a.s.)’de bunları Allah’ın kelamı olarak halka sunuyordu:
“O kâfirler, ‘Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu hususta O’na diğer bir kavim yardım etmiştir;’ dediler. Muhakkak bir zulüm ve yalan getirdiler. Yine: ‘Kur’an, Muhammed’in yazdırdığı ve ezberlemek için sabah akşam okuttuğu geçmiş kavimlere ait efsanelerdir’ dediler. De ki: ‘O’nu göklerde ve yerde bütün esrara vakıf olan Allah indirdi. Muhakkak O, Gafûr’dur, Rahim’dir.” (Furkan; 4-6)
Mekkeli kâfirler diyordu ki, bu adam (Hz. Muhammed -a.s.-) okuma yazma bilmez. Bir şeyi okuyup anlayabileceğini, yazabileceğini ve bize okuyabileceğini sanmıyoruz. 40 yıl aramızda yaşamıştır. Peygamberlik iddiasında bulunmasından önce Kur’ân’ı Kerim’de yer alan ifade ve bilgileri ihtiva eden tek bir şey ağzından çıkmamıştı. Ama şimdi birden bire böyle akıllı ve mantıklı şeyler söylüyor ve geçmiş milletlerin hikâyelerini anlatıyor. Bu şahıs bütün bu bilgileri nereden alıyor? Olsa olsa bunların kaynağı eski kitap ve destanlardır. Bu şahıs herhalde gece bu kitapların tercümelerini başkalarından öğreniyor ve sabah bize anlatıyor. Bu konuda kendisine yardım eden bazı âlimler vardır. Ne var ki, Mekkeliler bu sözde âlimlerden hiçbirinin ismini veremiyorlardı. Onlar ancak birkaç yabancı kölenin adını verebiliyorlardı. Bunları dinleyen biri onların aklına ancak şaşabilirdi.
Aslında gerçekler ortada idi ve Mekkeliler bu iddiada bulundukları zaman kendi sözlerine bile inanmadıkları ortaya çıkıyordu. Kur’ân-ı Kerîm Mekkeli kâfirlerin bu zaafını bildiği için iddialarını bir anda kesip atmıştır. Yani Kur’ân-ı Kerîm bu hususta herhangi bir delil sunmak yerine Mekkelilerin aslında büyük bir zulüm yaptıklarını, hak ve adalete tamamıyla ters düştüklerini ve insafsızca davrandıklarım belirtmekle yetinmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Kureyşli ve Mekkeli kâfirlerin büyük bir yalan ve iftira kampanyası başlattıklarına işaret ederek, yerde ve gökteki her şey hakkında bilgi sahibi olan Allah’ın kelâmına karşı çıkmalarının sakıncalarını dile getirmiştir. Şimdi aklımıza gelen soru şudur: Kur’ân-ı Kerîm’e böylesine şiddetle muhalefet edildiği bir ortamda, Mekkelilerin görünüşte ciddi ve ağır olan bu itirazları neden böylesine hafife alınmış ve şiddetle reddedilmiştir. Bundan daha şaşırtıcı bir cevap istemediler? Onlar neden, kendi itirazlarının sadece zulüm ve yalan demekle reddedilemeyeceğini söylemediler? Ayrıca, İslâmiyet’e daha yeni girmiş olan müslümanlar niçin bu durumdan kuşku duymadılar ve şüpheye kapılmadılar?
Fakat biz o zamanki Mekke’yi gözümüzün önünde canlandırmak bu soruların cevabını kolayca bulmuş olacağız. Bir kerre, Mekkeli kabile reisleri bir şeyi yapacak durumda idiler. Onlar, üzerlerine hiçbir hak ve iddiaları bulunmayan, İslamiyet’e yeni girmiş müslümanlara bile rahat nefes aldırmıyorlardı. Söverek ve döverek onların hayatlarını çekilmez hale getirmişlerdi. Bu kadar kuvvet ve kudrete sahip olan reisler pekalâ şüphe ettikleri eve baskın yapıp bütün kitap ve eserleri ortaya çıkarabilirlerdi. İstedikleri kütüphaneyi darmadağın edebilirlerdi. Hz. Muhammed (a.s.)’in geceleri gizlice çalıştığından şüphe ettikleri yeri basıp her şeyi gün ışığına çıkarabilirlerdi. Ne var ki, bu kuvvetli ve kudretli reisler iddialarının lehinde en ufak bir delil sunamadılar.
İkincisi, Hz. Muhammed (a.s.)’e tercüme ve hâşâ Kur’ân-ı Kerîm’i düzenleme işinde yardımcı olduğu bildirilen kişilerin hepsi Mekke’nin sakinleriydiler. Bu kişilerin bilgi ve meziyetleri kimseden saklı değildi. Akıl ve mantık sahibi kimse Kur’ân-ı Kerîm gibi muazzam bir eseri bu kişilerin yazdığına ya da hazırladığına inanamazdı.
Üçüncüsü, Kur’ân’ın hazırlanmasında Hz. Muhammed (a.s.)’e yardım ettikleri iddia edilen kişilerin hemen hemen hepsi Mekkeli kabile reislerinin serbest bıraktıkları kölelerdi. Mekke’nin ve Arabistan’ın aşiret hayatında serbest bırakılan bir kölenin eski efendisinin himayesi olmaksızın nefesini alması bile zordu. Bu eski kölelerin kendi eski efendilerini kızdıracak şekilde, düşmanları olan Hz. Muhammed (a.s.) ile işbirliği yapmaları düşünülebilir mi? Onlar bunun bedelini ve korkunç neticelerini bilmiyorlar mıydı?
Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm’i okudukları veya yazıp verdikleri bildirilen kölelerin hemen hemen hepsi daha sonra İslamiyet’i kabul etmiş ve Peygamber (a.s.)’e bütün kalpleriyle birlikte olmalarının cezasını da ağır hakaret ve işkence şeklinde çekiyorlardı. Şimdi, bizzat kendileri Kur’ân yaratmış olan kişilerin İslâmiyet’i kabul etmeleri, Hz. Peygamber (a.s.)’e iman etmeleri ve bu uğurda zulüm ve işkenceye maruz kalmaları düşünülebilir mi?
25.3.10. Kâfirlerin İnatçılığının Başka Bir Örneği
Kâfirler baktılar ki Hz. Peygamber (a.s.), Kur’ân-ı Kerîm’e ve İslamiyet’e yaptıkları her itiraza gayet uygun, akıllı, inandırıcı gerçekçi ve kendilerini tamamen cevapsız bırakacak cevaplar vermiştir. Bunun üzerine garip bir tavır takındılar ve acayip bir inatçılık örneği verdiler. Onların itirazı şuydu: Eğer Hz. Muhammed (a.s.) bizim bilmediğimiz bir dilde bir Kur’ân-ı Kerîm getirip bize inanılmaz bir sür’atle okusaydı, onu peygamber olarak kabul ederdik.
“Eğer Kur’an’ı Arapçadan başka bir dil ile göndermiş olsaydık, müşrikler: ‘Dizim lisanımızda ayetleri açıklanmalı değil miydi? Kur’an Arapça olmayan lisanla geliyor biz ise Arabız, bu nasıl olur?’ derlerdi. (Onlara) De ki: ‘O Kur’an hidayet rehberi ve şifâdır, iman etmeyenlerin ise kulaklarında ağırlık vardır. O, bunlara karşı bir körlüktür. Onlar, uzaktan kendilerine çağırılanlar gibidir.” (Fussilet; 44)
Bu, Hz. Peygamber (a.s.)’in karşı koymaya mecbur olduğu katı muhalefet ve inatçılığın bir başka örneğiydi. Kâfirler diyordu ki, Muhammed (a.s.) bir Arap’tır. Arapça onun anadilidir. Eğer kendisi bize Arapça bir Kur’ân-ı sunuyorsa, bunun kendisi tarafından uydurulmadığına niçin inanmayalım? Eğer Muhammed (a.s.), hem kendisinin hem de bizim bilmediğimiz bir dilde, meselâ Farsça, Rumca veya Yunancada bir konuşma yapabilse ve bir yazı yazabilseydi biz Kur’ân’ın bir ilâhi kelâm olduğuna inanabilirdik. Buna cevap olarak Cenâb-ı Allah diyor ki, Kur’ân-ı Kerîm kolay anlayabilsinler diye kendi dillerinde indirilmiştir. Bunun üzerine itiraz ediyorlar ki bu kitap niçin bir Arap vasıtasıyla ve Arapçada indirilmiştir? Fakat bu kitap onların istediği gibi Arapça değil de başka bir dilde gönderilseydi bu adamlar yine ağız değiştirir ve şöyle bir itirazda bulunurlardı: “Allah Allah şu işe bakın, bir Arap, Arabistan’da ve Arap milletinden peygamber seçilmiştir, ama ona öyle bir kitap inmiştir ki onu ne kendisi anlıyor ne de milleti.”
Kur’ân-ı Kerîm, Mekkeli kâfirlerin bu saçma sapan itirazını reddetmekle kalmadı, ayrıca bu kitabın kendilerine inmesinin bir rahmet ve Allah’ın lütfu olduğunu da belirtti. Mekkeli sapıkların, kendi dillerinde, kolay anlayabilecekleri bir kitap indiğini, böylece Hak ile Batıl arasında ayırım yapabileceklerini ve bundan yüz çevirmeleri halinde akıbetlerinin çok kötü olacağını da ifade etti.
“(Bu Kur’an) Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Bir Kitaptır ki, ayetleri bilecek bir kavim için ayrı açıklanmış Arapça bir Kur’an’dır. Hem müjdeleyici hem de korkutucudur. Fakat onların çoğu bundan yüz çevirirler. Artık onlar, hakkı işitmezler.” (Fussilet; 2-4)
Burada önemle belirtilen ilk husus, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirilmiş olmasıdır. Burada denilmek isteniyor ki Mekkeli müşrikler ne derlerse desinler, bu Allah’ın kelâmıdır, Hz. Muhammed (a.s.)’in bir uydurması değil. Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyip Hz. Muhammed (a.s.)’e kızan ve ona şovenler aslında Allah’ı kötülemektedirler. Bu kitabı reddedenler aslında bir insanın kelâmını değil Allah’ın kelamını reddediyorlar. Bundan yüz çevirenler bir insanın kelâmından değil, Allah’ın kelâmından yüz çeviriyorlar.
Bu ayetlerde dile getirilen bir başka husus, Cenâb-ı Allah’ın kendi mahlûklarına rahmet ve rahîm olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i indiren Allah’ın diğer sıfatları değil de Rahmân ve Rahîm oluşunun belirtilmesinin maksadı, bu Kitab’ı rahmetinin bir icabı olarak dünyaya indirmiş olmasıdır. Bu Kitap bir rahmettir ve bundan yüz çeviren, bundan kaçan, bunu reddeden ve bunu dinledikten sonra öfkelenenlerin aslında kendi kendilerine düşmanlık ettikleri belirtilmiştir. Bu kişiler büyük bir nimetten ve rahmetten mahrum kalıyorlar. Zira, Allah bu kitabı kıyamete kadar insanlığın hidayeti için indirmiştir. Bunu ciddiye almayan, bundan ders ve ibret almayan kendi kuyusunu kendi kazmış oluyor; doğru yolu bırakıp yanlış yola sapıyor ve karanlıkta bocalamaya mahkûm oluyor. Cenâb-ı Allah kendi fazlıyla insanları yaratmış, onlara rızık vermiş ve onların maddi ve manevî huzur ve felahı için bir kulu vasıtasıyla kendi kelâmını indirmiştir. Şimdi bu nimet ve rahmetten dolayı Allah’a minnet ve şükranını belirtmek yerine onunla kavga etmeye ve onu Öfkelendirmeye çalışan bir kişiden daha büyük bir nankör olabilir mi?
Burada temas edilen üçüncü nokta, Kitabullah’ın gayet açık ve kolay bir dilde indirilmiş olmasıdır. Bu kitapta her şey açık açık ifade edilmiştir. Bunda muğlak ve anlaşılmayan herhangi bir konu ve sorun yoktur. Dolayısıyla, kimse, “vallahi, ben bu kitabın ne dediğini anlamıyorum.” diye bundan kaçamaz ve paçasını kurtaramaz. Bu öyle bir Kitap’tır ki bunda Hakk’ın ve Batıl’ın ne olduğu açık açık açıklanmıştır. Bunda doğru akidelerin ve yanlış akidelerin ne olduğu, iyi ahlâk ve ahlâksızlığın, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğu gayet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bunda, insanın hangi yolu takip etmesi halinde refah ve felâh bulacağı, hangi yola gitmesi halinde kendisine zarar vereceği sarih ve bariz bir şekilde ortaya konmuştur. Böylesine açık bir hidâyeti reddeden buna ilgi göstermeyen ve bunun için inandırıcı ve doyurucu herhangi bir özür ve sebep göstermeyen bir kişi kendi hatasında ve yanlış yolunda ısrar etmek istemiyorsa başka ne olabilir?
Bir başka nokta da Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça olmasıyla ilgilidir. Yani, Kur’ân-ı Kerîm başka bir dilde olsaydı, Araplar, “biz bu kitabı nasıl okuyalım, bu Arapça yazılmış değildir” diye bahanede bulunabilirlerdi. Ama, Cenâb-ı Allah bunu Arapça olarak indirmek suretiyle Arap müşriklerin bu iddiasını da ortadan kaldırmış oldu.
Beşinci nokta, Kur’ân-ı Kerîm’in “bunun ayetlerini bilecek kavim”e mahsus olduğu hususudur. Yani bu kitaptan ancak ilim ve idrâk sahipleri faydalanabilirler, akılsız ve ahmaklar bunun değerini bilemezler. Kur’ân-ı Kerîm değerli bir taş veya elmas gibidir Bir elmas ile âdi bir taş arasındaki farkı bilmeyen bir kişi gayet tabii ki bu ilim ve irfan kaynağından yararlanamaz.
Altıncı husus Kur’ân-ı Kerîm’in hem müjdeleyici hem korkutucu bir eser olmasıdır. Yani Kur’ân-ı Kerîm sade ve mücerred bir eser değildir ki bunda sadece felsefe düşünce, ve edebiyatın güzel örnekleri bulunsun; okuyan bunu sadece bir şeyler bilmek ve zevk almak için okusun ve başka hiçbir şey elde etmesin. Hayır, Kur’ân-ı Kerîm böyle soyut bir eser değildir. Bu, gayet, açık bir biçimde dünyaya meydan okumakta ve doğru ile yanlış neticelerini bildirmektedir. Bu kitap diyor ki benim muhtevama iman edenlere ve uyanlara büyük ödüller vardır, kabul etmeyen ve uymayanların sonu ise felâkettir. Bu kitaba ve içindekilere inanan ve uyanlar dünyada da, ahirette de saadet ve refahı bulacaklardır. Bunu reddeden ve bunun talimatını nazarı dikkate almayanlar için azap ve ağır cezalar vardır.
Bu gerçekler ortada dururken Kitab-ı İlahi’yi reddeden ve kabul etmeyenin vay haline!
25.3.11. Kur’ân-ı Kerîm’in Dâvetini Durdurmak Gayesiyle Kâfirlerin Oynadıkları Çirkin Oyunlar
Kureyşli ve Arap müşriklerin bütün itirazları, iddiaları ve iftiraları böylece boşa çıkarıldıktan sonra tutunacakları hiç bir dal kalmamıştı, artık onların Kur’ân’ın davetini önlemek ve durdurmak için dik başlılık, inatçılık ve zora başvurmaktan başka çareleri kalmamıştı. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in yayılışını önleyebileceklerini sandılar ve bunun için birçok çirkin oyunlar oynadılar. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün bu şen’î ve çirkin oyunlara değinilmiştir. Bu, aslında, Kureyşli kâfirlerin Kur’ân-ı Kerîm’e muhalefette iflas etmelerinin açık açık ilânıydı. Artık yenilgiye uğramış, çaresiz kalmışlardı ve sadece çirkin oyunlarıyla buna mani olabileceklerini sanıyorlardı. Ama bu hususta da büyük yanılgıya düşmüşlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’in büyüleyici talimatını artık kimse durduramazdı:
“Onlar, ‘Bizi dâvet ettiğin şeyden kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda bir perde vardır. O halde, sen (kendi dinince) amel et, biz de (kendi dinimize göre) hareket ederiz.’ dediler.” (Fussilet; 5)
“O kâfirler seni Kur’an okurken işittiklerinde nerdeyse gözleri ile yıkacaklardı. Ve sana ‘bu mecnundur’ diyorlar. Halbuki Kur’an âlemler için ancak bir öğüttür.” (Kalem; 51-52)
“Kâfirler şöyle dediler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Onun hakkında lüzumsuz yaygaralar koparın. Olur ki, üstün gelirsiniz.” (Fussilet; 26)
“Kâfirlere ne oluyor ki gözlerini sana dikip bakıyorlar. Sağ ve sol tarafından bölük bölük.” (Mearic; 36-37)
[1] Kur’ân-ı Kerim’de Allah için hiçbir yerde “vâhid” kelimesi yalnız olarak kullanılmamıştır. Aksine, buna başka açıklayıcı kelimeler eklenerek Allah’ın her bakımdan bir ve tek olduğu vurgulanmıştır. Meselâ: “ilahen vahiden”, “Allah-ul vâhid-ul kahhâr…” Fakat ihlâs sûresinde “ahad” kelimesi özellikle Allah’ın birliğini ifade etmek maksadıyla kullanılmıştır.
[2] Tefsir ilminin meşhur imamı, İbn Cerir Taberî burada kullanılan “Tağût” kelimesini izah ederken “Allah’a karşı baş kaldıran, Allah’tan başka kendisine ibadet edilen kişi Tâğuttur. Bu insan, şeytan, put veya başka bir şey olabilir.’ demiştir. (Câmi-ul Beyân fi Tefsirul Kur’ân, C. III, s. 13).
[3] Yardımların muhtelif türleri vardır. Bunlardan biri dünyanın maddî kanunları gereğince bir kişinin başka bir kişi, şey veya kurumdan istediği yardımdır, ki bu Tevhid fikrine aykırı değildir. Tevhid fikrine ve kavramına ters olan şey, Allah’tan başka birinin gaipten haberdar olduğu, dualarımızı duymakta olduğu ve sebeplerle neticelere hâkim olduğu ve maddiyatın ötesinde dilek ve isteklerimizi duymakta ve ihtiyaçlarımızı karşılamakta olduğunu düşünmektir. Yardımın bu türü Tevhid fikri ve mefhumuna aykırıdır.
[4] Bu ayet gösteriyor ki, dua ile ibadet temelde aynıdır. Allah’a, tanrıya veya herhangi bir yaratığa dua eden bir kişi aslında O varlığa ibadet etmiş oluyor.
[5] Yani, Allah’a dua edilirken herhangi bir aracıya gerek duyulmaz. Ayrıca, Allah’ın dualara cevap vermesi, bu cevabın mutlaka insan kulağıyla işitilmesi anlamına gelmez. Bunun anlamı sadece, Allah’ın kendisine yapılan rica ve minnetleri bırakmamasıdır.
[6] Bu ayette, “ed-Din” kelimesi kullanılmıştır, ki biz bunu “dinler” veya “din’in bütün cinsleri” olarak tercüme etmeyi daha uygun bulduk. Arapça’da “din” kelimesi, resmen görevlendirilmiş veya vesikalı bir kişinin getirdiği veya geliştirdiği hayat nizamı için kullanılır. Burada Hz. Peygamber (a.s.)’in bi’setinin gayesi, Allah’ın dini ve hayat nizamı dünyanın diğer bütün ideoloji, sistem ve hayat nizamlarına galip kılmak olduğu ifade edilmiştir. Başka bir deyimle, peygamberlerin, Allah tarafından getirdikleri din veya hayat nizamı, dünyadaki herhangi bir sisteme veya hükümdara tabi kılınamaz. Peygamberler, Allah’ın nizamını her zaman galip ve üstün kılmalıdırlar. Zâten Allah’ın nizamı geldikten sonra diğer bütün nizamlar ortadan kaybolmaya mahkûmdurlar, ilâhi nizam tesis edildikten sonra başka ideoloji ve dinler ancak buna tabi olarak ayakta durabilirler.
[7] İnsanların dünyada yaşamaları için hidâyete ihtiyaçları vardır. İnsanların hem kendi varlıklarını hem de kâinat ve içindeki eşya ve varlıkların gerçek mahiyetini anlamaları için gerekli olan ilim ve kendi din, ahlâk, siyaset, ekonomi, toplum, kültür ve medeniyetlerini sağlam temellere oturtmaları için ihtiyaç duydukları usulleri belirtmek için Allah’a, Rasûlüne (s.a.) indirdiği hidayete uymaları gerekmektedir. İnsanların bu hidayeti bir yana bırakıp başka hidayet aramaları yanlış bir harekettir, ki sonu her zaman felâkettir.
[8] Yani, peygamberler, sadece insanların kendilerine iman etmeleri ve başkalarına itaat etmemeleri için gelmezler. Aksine, peygamberlerin dünyaya gelmelerinin amacı, ilâhî ve ulvî bir hayat nizamı getirmiş olmalarıdır ve İnsanlar ancak bu nizama uymalıdırlar.
[9] Yani, dünyadaki emir, reis, hükümdar ve imparatorların kurdukları fâsit düzen ve yönelimlere insanların uymamaları gerekir. Bu iktidar ve ikbâl heveslileri, bütün sınırları aşmıştır ve hele ahlâkları sıfıra inmiştir. Bunların kurdukları düzen veya yönetim her zaman sakat ve zararlıdır; bunlardan herhangi bir hayır beklenemez. Selâmet ve kurtuluş ancak Allah’ın nizamını kurmak ve buna uymaktır.
[10] Cahiliyet veya Cahiliyye kelimesi, İslamiyet’in karşıtını belirlemek üzere kullanılır. Çünkü İslâmiyet tamamıyla ilim ve irfana dayalı bir din ve hayat nizamıdır. Bu ilmi Cenab-ı Allah bize kendi kelamıyla vermiştir. Bunun aksine, Cahiliyye bilgisizliğe ve dalâlete dayanmaktadır.
[11] Burada kullanılan “Tâğut” veya “şeytan” kelimesinden aslında Allah’ın kanunundan başka bir kanuna göre hükmeden ve yasalar çıkaran bir hükümdar ve yönetici kastedilmiştir. Allah’ın egemenliğini, O’nun kitabını ve rasûlünü tanımayan bir hükümdar veya yönetim Tâğut veya tâğutî düzendir.
[12] Müşrikler Hz. Peygamber (a.s.)’in kendilerine tebliğ etmekte olduğu Kur’ân ve ilâhî kanunun, Allah tarafından gönderilmediğini kendi kafasında doğan ve hayal mahsulü olan şeyler olduğunu sandıkları için bu sözleri söylüyorlardı. Başka bir deyimle, müşrikler demek istiyordu ki, “ey Muhammed (as.), sen ne diye tevhid, âhiret ve ahlâk kuralları v.s. gibi şeylerden bahsetmeye başladın? Eğer gerçekten insanlara yol göstermek istiyorsan, bizi dünyada zengin müreffeh ve mutlu kılacak bir şeyler ver. Dinini tümden değiştirmek istemiyorsan değiştirme, ama bu hususta biraz esnek davranacaksın. Biraz al, biraz ver usulüne uygun olarak biz seninle anlaşabiliriz. Tevhid, risâlet ve âhiret kavramlarını biraz yumuşat ki, bizim düşüncelerimiz için de biraz yer kalsın. Sen biraz bizim örf ve âdetlerimize, millî ve kabilevî geleneklerimize, taassup ve vehimlerimize de yer vermelisin.”
[13] Bu hadisi İmam Süfyan-ı Sevrî ile Hâkim, Hz. Ali’ye atfen nakletmişlerdir.
[14] Bu hadis, İbn Cerîr’in tefsirinde nakledilmiştir. Burada adı geçen Ahnes bin Şerik Hz. Muhammed (a.s.v) akrabaları olan Beni Zühre’nin müttefikleri arasında idi. Bedir savaşına Kureyş’lilerin safında yer alarak katılmıştı. Fakat, İbn Hişâm’a göre Ahnes ve Benî Zühre çarpışmalara iştirak etmemişlerdi.
[15] Yukarıda bahsedilen ayet sudur: “Onların istedikleri mucizeleri göndermekten bizi alıkoyan, evvelki kavimlerin tekzibleridir. Biz Semûd kavmine görünür mucize olarak dişi deveyi verdik de onu öldürerek zulmettiler. Halbuki, biz mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.” (Âyet; 60). Yani geçmişle eğer bir nebinin peygamberliğini ispatlamak üzere mucizeler gönderilmişse, bunlar genellikle ikaz şeklinde olmuştur. Fakat söz konusu milletler mucizeleri gördükten sonra da akıllarını başlarına toplamayınca kendilerine Allah’ın korkunç azapları indirilmiştir.
[16] Bk: Necm; 37 ve Alâ; l9